yoga arıyosanız:

www.defnesumanyoga.com

Monday, December 7, 2009

Arkası Yarın : YOLLAR ya da Çocukluğa dair bir Yoga Macerası


BÖLÜM 7
Yuvaya Dönüş


"Ben kimim?” sorusu en eski çağlardan beri dinlerin, inanç sistemlerinin ve felsefi akımların merkezinde durmuştur. Kainatın daimi dönüşümünü (tekamül) bilen insanoğlu asırlardır akışa ayak uyduran ama onunla sürüklenip yokolmayan bir özün (ruhun) varlığına inanmıştır. Yoga ilmi de bu özü keşfetmek için izlediğimiz yollardan biri. Ünlü Yoga ustası Godfrey Devereux, Yoga da dahil olmak üzere bütün ruhani çalışmaların bizi esas doğamızın hakikatine taşıyan yollar olduğunu söylüyor. Devereux’ye göre, esas doğamıza kavuşmak, ancak şartlanmaların ve hayallerin ürünü bir varsayımdan ibaret olan kimliğimizin ötesini görmemizle mümkün olabilir”

Natanga Zhander de (Shandor Remete) Yoga’yı benzer bir şekilde tanımlıyor: “Yoga aydınlanmaya giden yolu keşfetmeyi amaçlayan tinsel bir sistemdir. Nihai amaç özü (ruhu) öz olmayan her şeyden ayrıştırmaktır. Bu süreç hakikatı perdeleyen veya onu çarpıtan sabit hareket, duygu, düşünce kalıplarının terkedilmesi ile gerçekleşir”.

Yoga sadece çocukluk anılarını saklandıkları yerden çıkararak bizi çocukluğumuzla buluşturmuyor. Şartlanma kalıplarından sıyrılan insan özüne yaklaşırken önce çocukluğunda tanıdığı kendisiyle karşılaşıyor. “Esas sen hiç büyümemiş bir çocuktur aslında” diyor Don Miguel Ruiz. Sorumluluklar, roller ve şartlanmalardan üremiş kimliğimiz kolayca kazınıp gidecek bir katman aslında. Katmanların ardından gün yüzüne çıkan özümüzü biz aslında çok eskiden beri tanıyoruz. Belki bu nedenle Yogaya yeni başlayan öğrencilerin pek çoğu derslerden yuvaya dönüş hissi ile ayrıldıklarını dile getiriyorlar.

Geçenlerde bir yerde okudum. Zen Budistlerinin inancına göre gün gelip de varacağımız bir duraktan bakar dururmuşuz şimdiye. Kendi geleceğimizden bir ses konuşurmuş kulağımıza. Büyüklüğüme mektuplar yazardım çocukken. Mektuplar daha yeni yeni postadan çıkıyorlar. Ve ancak şimdi cevaplıyorum bana mektuplar yazan o çocuğu.

Ve bu arada, gelecekten bir diğer ben, serinkanlı ve espirili içime su serpiyor darda kaldığımda. Zamanın lineer tek bir çizgi değil de çok boyutlu bir döngü olduğuna inanmamak elde mi Yoga yolundayken?

Dostum ve meslektaşım Yoga hocası David Cornwell bir kaç cümle ile Yoga’yı çok güzel anlatmış. Diyor ki, “...Yoga kişinin gerçek doğasında bütünlük olduğunun farkına vardığı, çaba harcamadan bu farkındalığın içinde çözüldüğü bir durum. Yogi dünyayı korkusuzca kucaklar. Herkes bir olduğu için hiçbir şeyi kişisel almaz. Bütünlük kişinin yerine geçer. Geriye kalan, utanç, suçluluk ve pişmanlıktan arınmış bir hayattır. Zevk ve acı hâlâ an içinde varolabilir ama ızdırap yok olur”

Tatmin edici bir Yoga seansının sonunda içime yayılan hissi düz yazıda anlatmak zor. Şair olsaymışım keşke...Hayranlık... Varoluşa ve evrenin yüceliğine karşı duyduğum. Merak... Bilinmeze karşı içimi yakan. Keşif arzusu. Mükemmel düzende işleyen koca bir kâinatın vazgeçilmez bir parçası olduğumu bilmenin tatmini. Ve huzurlu bir aidiyet hissi...

Bir yerlerden hatırlıyorum ben bu hisleri ama...?

Dalgaların yalayıp geri çekildikleri o yarı ıslak, yarı kuru sert kumlara oturmuşum kıyıda. Kafamdan geçenlerin, içinde sallandığım boşluk anını elimden alacakları yaşta değilim daha. Mavi renge bayılıyorum. Denizin, göklerin ve kova–küreğimin mavisi kalbimin hızlı hızlı çarpmasına neden oluyor. Annem yaklaşıp önce beni koca bir havluya sarıyor, sonra kollarını bana sarıyor, ağzıma bir kremalı bisküvi atıyor. Bisküvinin tatlısı dudaklarımdaki deniz tuzu ile karışıyor, ben annemin kucağına karışıyorum. Huzurlu bir aidiyet... Mükemmel düzende işleyen koca bir kainatın bir parçası olduğumu bilmenin tatmini.

Öyle bir bilme hali ki, akılla anlamaktan, zihinle kavramaktan bambaşka... Mutasavvıfların diliyle söyleyecek olursak, gönül gözünden görmek! Ne bir eksik, ne bir fazla, tastamam. BİR.

Ayaklarımın altında çağlayan ırmakla,
geçerken selamladığı ağacın,
ağaçla dallarının arasına hüzün fısıldayan ney sesinin,
müziği öte diyarlara taşıyan rüzgârla,
onun üfürüp de titrettiği suyun,
yaşamı sana sunan su ile senin,
sevdiğim sen ile benim
hep BİR olduğumuzu
görür gönlümün gözü!
Bir, bütün, tastamam... yani Yoga!

BİTTİ


Sunday, December 6, 2009

ARKASI YARIN: YOLLAR ya da Çocukluğa Dair bir Yoga Macerası


BÖLÜM 6
Parinama–Dönüşüm

Kişinin kendisiyle kurduğu samimiyet onu ayrı yönlere götürebilir. Bunlardan birinde kendi yaşamını kendi kuralları ve kararları ile kısıtladığını farkeden öğrenci bu durumu kabul eder ve kısıtlamalardan kendini kurtaramak için atılacak adımlara hazır olmadığı gerçeği ile hayatına devam eder. Diğer bir yöne giden öğrenci daha radikal kararlar alarak kendini kısıtlayan faktörleri hayatından çıkarmaya başlar. Hangi yöne gidilirse gidilsin, kısıtlamaların farkedilmesi ile parinama (dönüşüm) süreci başlamıştır.

Parinama, kısıtlı bir şekilde işlev gösteren bedensel ve zihinsel potansiyelin serbest kalması, tam kapasite çalışmaya başlaması sürecidir. Yoga çalışması derinleştikçe bedensel ve zihinsel kapasitenin esnek sınırları belirginleşir, kalıpların yarattığı kısıtlamalardan sıyrılmak kolaylaşır. Bazı kalıpların hayatımızı nasıl kısıtladığını görmek kolaydır. Diğerleri ise ince ayrıntılara saklanmış olabilir. İyi bir Yoga ustası, öğrencisinin bedeni ile kurduğu ilişkiye bakarak ondaki psikolojik ve düşünsel şartlanmaları görebilir. Bu noktada ustaya düşen, hareket becerisini kısıtlayan –bedensel, zihinsel ve tepkisel– kalıpları işaret etmek ve onlara yargısız bir gözle, kınamadan, savaşmadan bakmayı önermektir. Öğrenci kendini kısıtlayan kalıplara dışarıdan bakmayı öğrendikten sonra çocukluğundan beri vermeye alıştığı o şartlı tepki geldiğinde hareketsiz kalmayı başarabilirse, şartlanma geriye doğru bir adım atarak zayıflar. Bu yol Yoga felsefesinde pratiprasava olarak adlandırılır.

Sağlam bir zeminde rahatça oturan bedende belli bir süre boyunca sabit kalmayı araştıran meditasyon biçimleri pratiprasava’nın serpilebileceği bir alan yarattıklarından kişiye acı veren zaaf (kleşa) ve zihinsel dalgalanmaların (klişta vritti) azaltılıp, yok edilmesinde etkili rol oynayabilir. Patanjali Yoga çalışmasının kişisel zaafları ve şartlanmaları büyük ölçüde zayıflatabildiğini yazar.

Pratiprasava’nın alıştırması bedensel alışkanlıkların gözlendiği Yoga dersinde de yapılır. Örneğin öğrenci zorlandığı bir pozda öfkelenip bir suçlu aramaya girişirse, bu onun zorlu durumlarda karşısına çıkan duygusal/davranışsal kalıbını gözler önüne serer. Gözler pozun gerektirdiği drişti noktasında kopup çevreye bakmaya başlar, nefes doğal ritmini yitirir, alt çene ve iki kaşın arası kasılır, sağlam ve rahat durması gereken beden titrek ve ajite bir görünüm alır. Suçlu herhangi birisi olabilir: Hoca veya Yoga’ya gitmesi için ısrar eden sevgili veya aynı harekete zerafet içinde giren diğer öğrenci ya da kişinin kendisi. Öfkeyi üreten “zorlanıyorum, o halde bir suçlu olmalı” şartlanması, “zorlanıyorsun, ama bakalım alıştığın tepkiyi vermezsen o zorlanma nasıl bir hisse dönüşecek” sorusu ve sakin bir bekleyiş ile çözülmeye başlayabilir. Bu soruyu başlangıç aşamasında soran kişi dışarıdaki hocadır (açarya). İleriki aşamalarda içerideki hoca (işvara pranidhana) doğru soruları sorarak çalışmayı sürdürür. Bu aşamaya gelindiğinde artık dışarıdaki hocaya ihtiyaç kalmamıştır.

Kendimizi dikkatle gözlemlediğimizde, Yoga matı üzerinde verdiğimiz bedensel, duygusal ve zihinsel tepkilerin günlük hayatta karşımıza çıkan insan ve durumlara verdiğimiz tepkilerle birebir eş olduğunu keşfedebiliriz. Özellikle de zorlandığımız durumlarda.

Bir saat hareketsiz meditasyona oturmak ilk yıllarda benim için çok zordu. Ne yapacağımı bilmiyordum bir kere. “Nefesini izle” diyorlardı, nefes nasıl izlenir aklım almıyordu. Ve dizlerim acıyordu, kalçalarıma kramplar giriyor, uyuşmuş bacaklarım onları uzatmam için kimi zaman yalvarıyor kimi zaman küfrediyordu. Benim kafamda tek bir plak çalıyordu durmadan, tekrar tekrar: “Yanlış yapıyorsun. Bir şeyleri yanlış yapıyorsun, doğrusunu yapmayı bilmiyorsun ve bunu hocaya belli etmemen gerek, çünkü o zaman seni beğenmez ve seni beğenmesi gerek, onları hayal kırıklığına uğratamazsın, sevdiklerinin seni takdir edeceği biçimde davranman gerek yoksa üzülürler, onları hayal kırıklığına uğratmaman gerek, çünkü üzülürlerse seni sevmezler. O yüzden yanlış da yapıyor olsan bunu belli etmemen gerek ve aslında yanlış yapmaman gerek ve yanlış yapıyorsun....” Ve hop sar baştan... Bir saat boyunca bir daha bir daha bir daha! Ama zaten o kadar tanıdıkdı ki bu plak yadırgamıyorum. Çocukluğumdan beri hayatımın fon müziği olarak dönüp durmuş... Matematik derslerinde, kalbim kırıldığında, arabayı park edemediğimde, kafamın dikine gidip annemin istemediği bir şey yaptığımda, bir dostum bana asık suratla baktığında, sevmediğim bir tabak yemeği redetmek zorunda kaldığımda, meditasyona oturduğumda, sıra sevmediğim bir Yoga pozuna geldiğinde, kısacası sıkıldığım ve zorlandığım her anda hep aynı plak, sar baştan!

Fakat ilk kez plağı serinkanlı bir kulakla dinliyorum. Ve ilginçtir dalga geçmeye başlıyorum. Yanlış yapıyorum ha?. Sahiden mi? Kime göre yanlış? Hop, plak atlıyor...Ne oldu? Yanlış yaparsam beni sevmezler öyle mi? Acaba? Hop bir daha atlıyor...Her gün değil tabii... Çoğunlukla atlamadan devam ediyor. Kalıpları kırmak kolay iş değil. Bir ömür sürmüş inşaası, bir haftada yok olacak değiller ya...Olsun! Artık tatlı tatlı dalgamı geçebiliyorum. Kendimde çok da ciddiye alınacak bir taraf yokmuş. Zen Budistlerine göre aydınlanmanın ölçütlerinden biri kişinin kendi kendine espri ile yaklaşabilmesi ve hayatı bir oyun olarak görebilmesi...


SON Bölüm YARIN AKŞAM EVİNİZDE!

Saturday, December 5, 2009

ARKASI YARIN: YOLLAR ya da Çocukluğa Dair bir Yoga Macerası


BÖLÜM 5
“Denedim. Yoga bana iyi gelmedi”


Korkularımızla yaşama o kadar alışıyoruz ki, bedenin merkezinde fokurdayıp duran endişe kabarcıkları gün içinde sık sık bilinç yüzeyine çıktıkları halde canımızı yakmadan patlayıp gidiyorlar. Belki bir sigara yakıyoruz o zaman...Ya da uzaktan kumandaya el atıyoruz. Buzdolabının kapağını açıyor da olabiliriz. Hayatımızın büyük kısmı bilinç yüzeyine sızan endişe akışından kaçınmanın yollarını araştırarak geçiyor. Yoga sırasındaki kişisel gözlem, zihnin hangi durumda hangi maskeyi taktığı ve merkezin derinliklerindeki endişe ile yüzleşmemek için ne tip oyunlara başvurduğunu izleme fırsatını bize sunar.

Çağımızın Yoga ustalarından Richard Freeman ünlü eseri Yoga Matrix’te Yoga çalışmamızın hayatımızın mikro düzlemde bir yansıması olduğundan söz eder. Yoga matı üzerinde hareket ederken kaçındığımız pozlar ile bağımlısı olduğumuz pozlar hayattaki kaçınma/bağlanma kalıplarımıza ayna tutar. İnsanlarla, yemekle, işimizle, para ve toplumla kurduğumuz ilişkiler ve hatta siyasi ve felsefi bakış açımız ile estetik zevklerimiz bile hep bu kaçınma/bağlanma kalıbının etkisinde şekillenir.

Yoga pozları ve nefes çalışması bedenin merkezinde saklı gizemleri bilincin beyaz perdesine yansıttığından, izlerken tüm varoluşumuzu şekillendiren bu ana kalıbı keşfedebiliriz. Bu yüzden iyi bir Yoga dersi bizi derhal ahamkara’nın yapısı ve zihnin derinliklerinin işleyiş prensipleri, korkularımız ve çocukluğumuzla yüzleşmeye götürür. Bu durum, ahamkara’nın kişi üzerindeki egemenliğini teslim etmesini gerektirdiğinden, ego merkezli hareket etmeye alışmış kişide Yogaya karşı bir direnç oluşturabilir. Yaygın kanının aksine her Yoga dersinin sonunda kendimiz huzurlu hissetmeyiz. Kimi seanslarda, su yüzüne çıkan bastırılmış duygular mide bulantısı, ağlama hissi, öfke patlaması, ateş basması, bunalma ya da Yoga ateşi gibi hallere yol açabilir. Çoğunlukla ilk tepki kaçıp gitme isteğidir. İlk bir kaç dersten sonra ortadan kaybolma sendromu Yoga hocaları tarafından gayet iyi bilinir.

Bu tipik tepki ahamkara’nın Yoga’ya ve ruh’a (atman–öz) duyduğu güvensizlikten kaynaklanır. Yoga felsefesine göre her insan, kişisel geçmişinin, öfke ve kederlerinin, başarı ve hayal kırıklıklarının, düşünce ve inanç katmanlarının altında, derinlerde bir ruha (öz) sahip olduğu bilgisiyle doğar. Yoga, insanı kısıtlı (nefsi) varoluşundan (ruhsal) özgürlüğe taşımayı hedefler (mokşa).

Kimi Yoga metinlerinde hrdayam (gönül) olarak da geçen yürek sesini duymaya başlayan öğrenci, o güne kadar sorgulamadan kabullendiği duygusal tepki, düşünce ve inanç kalıplarınının hayatına getirdiği kısıtlamaları fark edebilir. Bir sonraki adımda, alışkanlık bazlı tepkiyi vermeden önce durup tepkinin ardında yatan esas motivasyonu anlama çabası gelir. Tepki bir takım şartlanmaların sonucunda mı oluşmaktadır? Kaynağında endişe ve korku mu yatmaktadır?

İnsanı kendisiyle çok samimi bir noktaya çeken bu sorgulama başlangıçta beni epey zorladı. O güne kadar haklı bulduğum duygusal tepkilerimin özünde çocukluğumdan kalma korku ve ihtiyaçlarımın yattığını görmek önce beni korkuttu. Yepyeni bir “ben” keşfediyordum. Yüreğimin sesi egonun kalıplarının ardından her geçen ders biraz daha net duyulmaya başlıyordu. Özgür iradem doğrultusunda yaptım sandığım mesleki, medeni, hayati seçimlerimin birilerini memnun etme ve/veya sevdiklerim tarafından kabul edilme ihtiyacı e/veya yalnız kalacağım korkusu ile verilmiş kararlar olduğunu keşfettim. Kendi hayatımı kendi kararlarım ile nasıl da kısıtlamışım! Peki ben şimdi ne yapacağım?

arkası yarın, bizden ayrılmayın
önceki bölümler blogun arka odalarında saklı.

Friday, December 4, 2009

ARKASI YARIN: YOLLAR ya da Çocukluğa Dair bir Yoga Macerası


BÖLÜM 4
AHAM KARA MI?

Yoganın derinliğine indikçe durmaksızın ve her an değişen bir evrende yaşadığımız gerçeği kaçınılmaz bir biçimde bilinç yüzeyine çıkıyor. Kainatın tamamı, mikro organizmasından galaksilere kadar daima hareket halinde. Bütün hareketler –hareketsizliğin kendisi dahil– dikkatle izlenince görüldüğü üzere titreşimden ibaret.

Kalp atışı bir titreşim, damarlarda akan kan ve nefesle benliğe dolan can da (prana) bir titreşim. Ses dalgaları, ışık ve katı maddeler de özüne inildiği takdirde titreşim. Dolayısıyla bütün varoluş bir titreşim akışı. Bu akışı görmezden gelme, yokmuş gibi davranma, değişime direnme hali Yoga felsefesinde avidya olarak tanımlanıyor. Avidya’nın sözlük anlamı gerçeği görememek, farkında olmamak, bilmemek veya cehalet. Patanjali’nin belirttiği üzere avidya bütün ızdırapların esas nedenidir.

Hareketsiz oturduğumuz bir saatin sonunda fark ettim ki ben de epi topu bir titreşimiden ibaretim ve her bir an içinde sonsuz defa suya düşmüş mürekkep damlası gibi usul usul boşluğa çözünüyorum. İçimde katı veya sabit bir şey yok, çünkü akışkan bir dalgayım. Bu bakımdan aslında ben sandığım yerde sabit bir şey yok. Ama ben sandığım yer boş da değil çünkü hızlı bir frekansta titreşen dalgalar geçiyor oradan. Öyleyse bir dalgayım. Hayır bir dalga da değil, dalgalar geçidiyim. Okyanusu oluşturan dalgalar. O halde okyanusun kendisiyim. (“Damlanın denize karıştığını herkes bilir, ama pek az kişi farkındadır denizin damlaya karıştığının” der Kabir. ) Oturduğum yerden geçip geçip gidiyorum. Geçiyorum, okyanusa karışan bir damlayım, çözünüp bütüne karışıyorum... Yani acaba ben ölüyor muyum?

Bu düşüncenin zihnime düşmesiyle bir saatlik sükûnetimden aşağı yuvarlanmam bir oldu. “Abhineveşa” diye açıkladı hocam daha sonra. Hayata sarılma güdüsü. En bilge kişide bile varolan kleşa (zaaf). Varoluşun devamlı akan farklı frekanstaki dalgalardan ibaret olduğu gerçeği ile karşılaşan (saniyenin binde biri bir sürede belki) zihin önce paniğe kapılıyor. Kendi yatağınızda uykuya dalıp gözlerinizi tanımadığınız bir odada açmışsınız gibi bir his. Korkuyor tabii insan. “Aslında insanın tamamı değil korkan” diye yanıtlıyor hocam. “Paniğe kapılan üst benlikle karşılaşan ahamkara’nın kendisi. Ahamkara hükmünü yitireceği yabancı diyarlardan haz etmez. O yüzden seni oradan aşağıya, bildiğin gerçekliğe çekmek için devreye girer. Kendi kendini rüyadan uyandırdığında olduğu gibi . ”

Pardon hocam, anlamadım. Neyim kara dediniz? Ahamkara?

Ahamkara, Yoga’nın temelini oluşturan Samkya felsefesinde zihnin (citta) üç bölümünden birisi olarak tanımlanıyor. Zihin, manas (içgüdüler) , ahamkara (ego/nefs) ve buddhi (zeka) bölümlerinden oluşuyor. Ahamkara’nın sözlük anlamı “ben yapıcı”. Tam karşılığı sayılmasa da, prensipte ego ya da nefs olarak düşünebiliriz.
Ahamkara, bir “ben” tanımlayıp o “ben”i muhafaza etme çabası içine daha biz iki buçuk yaşımızdayken giriyor. İki buçuk yaşından önce çocukta “ben”, “benim” gibi kavramlar olmadığı gibi (ve tam da bu nedenle) ben ve öteki ayrımı da yok. Çocukta “ben” duygusu şartlı tepkiler ve kalıplaşmış davranış biçimleri ile beliriyor. Başlarda kalıplar yumuşak ve değişime açık Yıllar içinde ahamkara güçleniyor ve kişi “ben” tanımına daha sıkı sarılmaya başlıyor. Alışkanlıktan verilen tepkiler, gerçekliği sorgulanmamış inançlar ve kökeni araştırılmamış duygular insanı yönetmeye başlıyor. Kendini ahamkara ile bir tutan insan diğerlerinden ve evrenin bütününden ayrı bir varlık olduğu yanılgısıyla yaşamını sürdürebiliyor. Yoga’da avidya, yani hakikat körlüğü olarak geçen ahamkara ile özdeşleşme hali, tatminsizlikden kısıtlanmışlık hissine, depresyondan kedere kadar bütün ızdırapların kaynağı olarak görülüyor. Mutluluğun iç dünyada değil, dışarıda bir yerde bulunacağı inancı da avidya’nın bir parçası. (Kapitalist sistemin körüklemesi ile günlük hayatlarımızın parçası haline gelen ihtiyacın üstünde tüketme arzusu, madde ve insan bağımlılığı, –varoluşu ancak zevk veya acı anlarında hissedebilme duyarsızlığından kaynaklan– hiç bitmeyen duygusal, fiziksel ve duyumsal uyarılma ihtiyacı, mutluluğun içeride değil dışarıda bulunabileceği yanılsamasına günümüzden örnekler olarak düşünülebilir. )

Ahamkara’yı benliğimizin şartlanmalardan ibaret parçası olarak düşünebiliriz. Şartlanmalar ve kompleksler çocuğun yakın ilişki içinde bulunduğu insanlar (anne baba, kardeşler, akrabalar, arkadaşlar, öğretmenler gibi) ve farklı toplumsal kurumlar (medya, devlet, okul gibi) tarafından yaratılıyor. Çocuk kendinden daha güçlü gördüğü birey ya da kurumun sevgisini, takdirini kazanmak ve onun tarafından kabul görmek (bütüne dahil edilme) güdüsü ile içinde yaşadığı ailenin ve kültürün egemen değelerini içselleştirme sürecine giriyor. Bu değerler toplumsal yapıdan, okul disiplinine, arkadaşlık kurallarından ve annenin doğrularına kadar uzanan bir yelpaze olarak düşünülebilir. Çocuğun kendini görüş biçimi, yani ahamkara, kendinden güçlü kişi ve kurumların değerleri ve doğruları biçimleniyor.
Yani anladım ki, bu yaşıma kadar kendim sandığım, dahası müdafa ve muhafaza etmek için çılgınca çabaladığım “ben” varlığımın minik bir parçasıymış! Ahamkara’ymış.

Kalıplarmış, alışkanlıklarmış... Beni ben yaptığını sandığım düşünce ve davranışlarımın arkasında aslında yıllar içinde katman katman biriktirdiğim korkularım, güvensizliklerim, üzüntülerim, utançlarım, kendimi yetersiz sanmalarım, onaylanma ihtiyacım, sevgi ve arzulanma açlığım yatar durumuş!
Katmanlar ben çok küçükken birikmeye başlamış. Farkettim ki bu şartlanma çekirdeği yıllar içinde duyulan endişe, stres ve korkularla güçlenmiş, aynı kalıp arkadaşlık ve aşk ilişkilerinde farklı görünümlerle ortaya çıkıp yine çözülmeden, hatta katmerlenerek yoluna devam etmiş. Şimdi Yoga yardımı ile ilk kez ahamkara’nın hükmünden kurtulup “ben”i serbest bıraktığımdan içimde birikmiş duygular, anılar, kokular ve tatlar sıkıştıkları katmanların arasından dökülüyormuş.

Boşuna değilmiş yani her dersin sonunda yaşlarımın yanaklarımdan sicim sicim inmesi.

Evet, son zamanlarda dersin bitiminde meditasyon yaparken ağlamaya başlamıştım. Gerçi o halimi ağlamak olarak algılamak doğru olur mu bilmiyorum. Canım yanmıyor, kalbim sıkışmıyor, sadece anılar canlanıyor ve gözlerimden yaşlar akıyor. “Sakın ola, o yaşlara bir hikaye uydurmaya çalışma” dedi hocam. Ağlaman meditasyonun sonucu bir duygu boşalması. Başka da anlamları yok. Ama zihin seni mazlum kişi olarak baş role koyacağı bir hikaye uydurmak isteyecektir hemen. Oyununa gelme. Gönül gözün daha büyük bir gerçekliğe açılıyor sadece. O kadar”.

Ama ben geliyorum oyuna. Kendime acıyorum. Bana acı vermiş insanlara kızıyorum. Bana acı verenin kendim değil, diğer insanlar olduğuna inanıyorum. Günlerimi ağlayarak ya da hayatıma girmiş herkese ateş püskürerek geçiriyorum. Kızgınım. İçimdeki öfke kazanının kapağı açılmış, fokur fokur öfke taşıyor. Yılanın zehirini emip çıkarırcasına atıyorum içimde biriktirdiklerimi. Temizlik kolay iş değil. Farketmediğim halde hayatımın her anını belirleyen eski izleri keşfedip şaşırıyorum. Hep orada benimle yaşamış korkuları nasıl da unutmuşum? Aptal zannedileceğim diye korkardım çocukken. Hâlâ korkuyorum. Öyle korkuyorum ki merak ettiğim soruların yarısını gerisin geri yutuyorum. Kaybolunca yolumu bile soramıyorum. Alışmışım onunla yaşamaya. Ruhumda üzüntü, endişe ve utanç yaratan durumların bu korkunun sonucu olduğunun farkında bile değilim. Aman, aptal sanmasınlar beni. Soruları sormasam da olur.

Okulda başarılı olmam gerek. Annem utanmasın benden diye. Beni sevsin diye. Artık annemin benimle gurur duyduğunu bildiğim bir yaştayım. Çok okullar bitirdim. Hâlâ onu utandırmaktan ve sevgisini yitirmekten korkuyorum. Başarısızlıklarımı saklıyorum. Asanalardan birini yapamıyorsam, önümdeki öğrencinin arkasına gizleniyorum. Hoca beni görmesin diye. Hep başarılymışım gibi hareket etmem gerek. Başarısızlıktan korkuyorum. Korkuyormuşum yani. Unutup gitmişim ama o orada durup tepkilerimi şekillendirmeyi sürdürmüş. Bağlantıyı kurmak aklıma gelmemiş.

Korkularım aptallık ve başarısızlıkla sınırlı değil. Derinlere indikçe görüyorum ki vaktinden önce ergenliğe erişmiş kız çocuklarına özgü, kadınlığa dair duyduğum utancı da hâlâ içimde taşıyorum. Gençliğim boyunca bedenimle yakınlaşmama engel rahatsızlık sekiz yaşımdan kalma. “Bu kızın boyu neden bu kadar uzun? Kızım daha ne kadar uzayacaksın, dur artık” (Sanki elimdeydi! Allah’ım ne olur benı kısa boylu bir insana dönüştür!) Beni on bir yaşındayken sütyen takmaya mecbur ettiler diye göğüslerimden hâlâ utanıyorum! Hâlâ tahta göğüslü kadınlara imreniyorum. Büyüdüm, ufak tefek bir kadına dönüştüm, hâlâ birilerinin gözüne “iri” görüneceğim diye içimi kemiren bir fare yaşıyor bende.

Sonra şımarıklık ve edepsizlik etmekten korkuyordum. Ya bu yaptığım şımarıklıksa? İnsanları hayal kırıklığına uğratmaktan çekiniyorum. Sadece sevdiklerimi değil, bindiğim otobüsün şoföründen kuaförüme kadar herkesin beklentilerini yerine getirmeliyim. Benden bir şey beklemeyenlerin bile! Yanlış yapmaktan ödüm kopuyor! Eskiden ve şimdi. Hocalarım, dostlarım, aşklarım ve ailem beni beğenmeyecek, sevgilerini esirgeyecekler diye endişeleniyorum. O zamanlar televizyon yıldızlarına duyduğum delice hayranlıktan utanırdım, şimdi aynı his tutkuyla bağlandığım herşeye yansıyor. Ateşli tutkularımla dalga geçecekler diye onlardan söz etmekten kaçınıyorum. Ateşli tutkularıma ayıp ediyorum. Tencerenin kapağını bir türlü açıp içimdeki ateşi serbest bırakamıyorum. Çünkü accayip bir çocuk olmak istemiyorum, ama nasıl accayip olunmaz onu da bilmiyorum....

Yıllarca saman altından su yürütmüş kalıplar tek tek bilinç yüzeyine çıkıyorlar...Çocukluğumda oluşmuş şartlanma çekirdeğinin etrafı yıllar içinde duyulan endişe, stres ve korkularla katmerlenmiş, tekrarlarla güçlenmiş. Bir süre sonra aynı kalıpların ve korkuların ilk gençlik yıllarında kurduğum arkadaşlık ve aşk ilişkilerindeki ortaya çıkış biçimlerini görmeye başladım. Ve derken hemen o anda, o günkü ilişkilerimde o kalıpların damgasını tanımaya başladım. Gün be gün korkularımın etrafında kemikleşen düşünce, duygu ve davranışlarımın beni nasıl da kısıtılı bir yaşama mahkum ettiklerini kavrar oldum. Özgürlük anlamını taşıyan mokşa kavramı kafamda netleşmeye başladı.

Eh, peki sonra ne oldu?
Sabreden derviş...yarına ermiş.
Ha öncesi mi? Biraz aşağıya kayınız, önceki bölümlere varınız.

Thursday, December 3, 2009

ARKASI YARIN: YOLLAR ya da Çocukluğa Dair bir Yoga Macerası

BÖLÜM 3
Yoga’nın Sekiz Ayağı


Anılar yağmayı sürdürdü. Ben dikkatimi derslere yönlendirdim. Madem Yoga varoluşa doğru bir keşif süreci idi, ben de ben sandığım yüzey katmanlarımın ardında ne var, ne yok, açıp bir baksam iyi olacaktı. Kısa zamanda anladım ki beden hareketleri olan asana’lar Yoganın önemli, fakat ufak bir parçasıydılar. Patanjali’nin Yoga-sutra’sındaki 195 özdeyişin sadece iki tanesinde asana’dan bahsedildiğini duyunca hayretimi gizleyemedim. Ünlü Yoga ustası Richard Freeman “Yoga’yı beden hareketlerine indirgeyenlerin kulağında küpe olsun bu oran” sözleriyle hayretimi hafifletti.
Patanjali Yoga’yı bizi hayatın içinde taşıyan sekiz ayaklı bir araç olarak tarif ediyor:
(1) Diğerleri ve kendimizle kurduğumuz ilişkiler (yama),
(2) Hayatımıza getirdiğimiz düzen (niyama),
(3) beden hareketleri (asana),
(4) nefes çalışmaları (pranayama),
(5) duyu organlarından soyutlanma (pratyahara),
(6) zihni tek bir nesneye odaklanma (dharana),
(7) zihin ve nesnenin bütünleşmesi (dhyana) ve
(8) özle (ruhla) bütünleşme (samadhi)
Nefes, beden hareketleri ve meditasyon bu sekiz ayaklı disiplinin parçaları. Kişinin kendini gözlemlemesi, duygu ve düşünce kalıplarına dışarıdan bakabilmesi, değişime açık, bilinmeyenden korkmadan yaşamayı denemesi de öyle. Gerçek yüzümüzü görmek için temiz bir aynaya ihtiyacımız var. O yüzden ilk iş temizlik! Hem fiziksel, hem duygusal. Biriktirdiğimiz çöpleri, sırtımızda taşıdığımız yükleri boşaltmak gerek ki dönüşümün başlayacağı, yeni yaşamların yeşereceği alanlar açılsın.

ARKASI YARIN GELİYOR...
ÖNCESİ?
AŞAĞIYA BAKIN

Wednesday, December 2, 2009

ARKASI YARIN: YOLLAR ya da Çocukluğa Dair bir Yoga Macerası

Foto: Aisha Harley


BÖLÜM 2
Patanjali’nin Yoga–sutra’sı


Bundan 2000 yıl önce Hindistan’da yaşadığı tahmin edilen Patanjali’nin Yoga–sutra’sı Yoga ilmi üzerine bulabileceğimiz ilk yazılı metinlerden biri. Ancak Yoga ilminin kökleri Patanjali’den çok önceye, İÖ 1200 civarında yayıldığı tahmin edilen Veda’lara dayanıyor. Veda’lar yazılı olarak değil, ilahiler halinde söylenerek bir kuşaktan diğerine aktarılan kutsal bilgi kaynakları. Vedik felsefenin bugünkü Yoga ve Ayurveda felsefesi ile Budist felsefenin kaynağı olduğu kabul ediliyor. Sonraki yüzyıllarda yaşayan ve Patanjali’nin de aralarında bulunduğu Yoga alimleri, Veda’larda aktarılan kutsal bilgiyi yaygın ve anlaşılır kılmak amacıyla günümüzde halen kullanılmakta olan klasik metinlerini yazmışlar.

Yoga’ya dair ilk “kullanma talimatı” sayılan Patanjali’nin Yoga–sutra’sı, dört bölümden oluşuyor. Benim öncelikle okumam önerilen üçüncü bölüm, Vibhuti Pada, Yoga’nın kişiye kazandırdığı doğa üstü güçlerden ve bu güçlerin öğrenciyi Yoga’nın yolundan nasıl çıkarabileceği üzerine ayrıntılı örneklerden oluşuyor. Siddhi olarak bilinen bu büyülü güçler, büyüme ve aydınlanma yolunda engel olarak karşımıza çıkabilir. Evet, sıkı bir konsantrasyon ve bu bölümde adı geçen belli teknikler sonucunda psişik yeteneklerimizi geliştirebilir, gözlerimizin önünde patlayan mor mavi ışıklar görüp, ilahi sesler duyabilir, bedenimizden kopup bulutlarda gezebilir, zaman içinde yolculuklara çıkabilir (ah evet, evet!) ve hatta su ve ateş üzerinde bile yürüyebilirmişiz. 1960’ları Californialı bir hipi olarak yaşamış hocam Panço, LSD, mantar, kaktüs ve benzeri uyarıcıları kullanarak benzer zihin hallerine girmenin mümkün olduğunu bildirdi. Gülerek ekledi sonra da “Böylece büyülü güçlere ulaşmak için Patanjali’nin bahsettiği (ama önermediği) o çok zor konsantrasyon tekniklerini uygulamaya bile gerek kalmıyor”.

Okudukça pek cazip bulduğum bu süper güçler, tarih boyunca farklı toplumlarda bazen şifa, bazen de egemenlik kurmak amacı ile kullanılmış. Bugün doğa ile bağlarını nisbeten korumayı başarmış toplulukların hemen hepsinde zihin gücüyle “mucize”ler yaratmayı bilen bilge kişiler yaşamaktadır. Amazonlar’ın kalbinde yaşayan Yanamamolardan, Moğolistan’ın uzak ve soğuk bir köşesinde hayatlarını sürdüren Tuva Türklerine kadar –nedense– “ilkel” olarak adlandırdığımız toplulukların insanları, zihnin üstün gücünün bilincindedirler. Şamanlar, dedeler, hocalar, sadhular, medyumlar (kimi zaman da cadılar, büyücüler, kocakarılar) Patanjali’nin söz ettiği sidhi’lere sahip ve bu gücü kullanmayı bilen kişilerden sayılabilir.

Yoga’ya gönül vermiş öğrenci, zihnin olağanüstü yeteneklerini keşfettiği an heyecan duyabilir. Kendimi 9 yaşımın sabahında bulduğum o gün ve sonraları seyahat maceralarımın ardı arkası kesilmeyince ben de heyecanlandım elbet. Bir başka seansın sonunda, o ara NewYork’ta yaşayan en yakın arkadaşım belirdi zihnimde. Mekanın ayrıntılarını ve hatta yürüdüğü meydanın köşesindeki kahve ve kitapçının adını ayırdedecek kadar netti görüntü. Ertesi gün telefonda öğrendim ki, evet, NewYork’da öyle bir meydan vardı ve o, kafamda o resmin belirdiği anda gerçekten orada yürüyor ve beni düşünüyordu. İkimizin de tüylerini diken diken eden bu hikayeyi derste anlatırken baktım Panço yine ilgisiz. Tayland’ın muson yağmurları sezonuydu. Dersten çıktığımızda fırtına patlamak üzereydi. Ayrılırken bana, “Sağ salim varınca haber ver, bu havada bisiklete binmek güvenli değil”. Şaşaladım. Kuzeydoğu Tayland’ın bu uzak kasabasında hiç birimizin telefonu, interneti, bilgisayarı yoktu ki...Nasıl haber vermemi bekliyordu? Hayretime gülümsedi, “bana zihninle bir mesaj at yeter”.

Ertesi gün karşılaştığımızda yüzünde bir muzip ifade “domates neyin nesi anlayamadım” dedi. Kızardım. Anlayamadığı yalandı tabii. “Eve sağ salim döndüm” mesajını yollamıştım evet, sonra bir de deneme yapmak istemiş, mesaja “domates” ekleyivermiştim. Telepatik mesaj gerçekten de yerine ulaşmıştı! Heyecanım hocamın sakin mavi gözleri ile karşılaşıca sönüverdi. “Bak Defne” dedi, “Yoga yoluna gönül verdiysen, kazandığın ve kazanacağın becerilerden etkilenmemeyi öğrenmelisin. Gün gelecek başının üstünde yarım saat durabilecek, ya da yanındaki insanın ne hissettiğini kendi yüreğinde bileceksin. Bunları hakikatı bulma yolunda takılmadan geçmen gereken engeller olarak görmeye çalış. Kendi gelişmenin seni büyülemesine izin verirsen, diğer insanları küçümsemeye başlarsın. Kendini dev aynasında görmene neden olacak her tür beceri, seni diğerlerinden, bütünden ayıracaktır. Şunu hep aklında tut. Yoganın yolu, kişinin kendi varlığını, katman katman deriniliğiyle keşfedip, kendisi ve hayatla samimileşmesi, bütünleşmesinden geçer. Şimdi iyi düşün. Baş koyduğun yol bu mudur, yoksa gözlerinin önünden patlayan mor mavi ışıklarla büyülenmek için mi buradasın?”

Patanjali sıradışı zihin hallerinin insanın nefsiden bağımsızlaşıp, özgürleşmesi yolunda işlevi bulunmadığını kitabın ikinci bölümünde söylüyor. Dahası bu tip doğaüstü güçlere erişen öğrenci esoterik felsefe konusunda uzmanlaşıp, yolun sonuna geldim yanılgısıyla çalışmayı bırakabilir ve kendi güçlerine saplanıp kalabilir. Yoga çalışmasında kaydettiğimiz ilerleme, meditasyon pozunda yerden kaç santim yükseldiğimizle değil, dürüstlük, gönül gözü ile gerçekleri görebilme ve hayatın içinde akma becerimiz ile ölçülebilir ancak. Modern Yoga’nın babası olarak bilinen Krishnamacharya’nın yine Yoga ustası oğlu T. K. V Desikachar’ın Vibhudipada’ya dair söylediklerini hatırlıyorum: “Bu bölümde Patanjali, öğrencinin kendini Faust’takine benzer bir pazarlık içinde bulabileceğinden sözeder. Goethe’nin ünlü karakterine sunulduğu gibi, Yoga öğrencisine de hayal gücünün çok ötesindeki yetenekler vaadedilir. Öğrenci keskin bir dikkatle kendini izlemiyorsa, ruhunu değil ama –ruh ölümsüzdür– özgürlüğe kavuşma ve hakikati bulma şansını bu noktada yitirebilir.”


PEKI SONRA NE OLDU????
ARKASI YARIN! Bİ YERE AYRILMAYIN!

Tuesday, December 1, 2009

ARKASI YARIN: YOLLAR ya da Çocukluğa Dair bir Yoga Macerası


Bölüm 1
Geçmişe Doğru

Çocukluğuma geri döndüğüm yolculukların hayatıma girdiği gün Yoga kursumun birinci haftası dolmak üzereydi. Gevşeme pozu şavasana’da kollarım ve bacaklarım iki yana açık, sırtüstü yatmış, ayak parmaklarımı bir bir hissedip gevşetmeye çabalıyorum. Vücudu serbest bırakmak, kasmaktan daha zor olabilir mi? Alt çene, yanakların içi, küçük dil, boğaz... Zorlanıyorum. Kimi organlarımı kasmaya öyle alışmışım ki serbest bırakmayı akıl edemiyorum. Kaskatı boynum ağrıyor ve nasıl serbest bırakacağımı bilmiyorum! Boğaz, boyun, omuzlar...alt çene tekrar ve yine boğaz....Uzaklardan hocamızın sesini duyuyorum. Uykuya daldığımızda bile beden gün boyunca sıkmaya alıştığı kasları bırakamıyormuş! O yüzden vücüdumuzu ince ince taramamız, kasılmaları hissetmemiz gerekiyormuş.

Nerede kalmıştık? Omuzlar, kürek kemikleri, göğüs kafesi, nefesi boşalt ve kalp...ve birden...ıslak sarı beyaz pembe taşlara üstüne basan lacivert sandaletler. Bir önceki hayatım mı yoksa? İlk haftadan reenkarnasyona dair bir ipucu yakalamış olabilir miyim? Ama bu taşlar, pembe, sarı, beyaz, pek tanıdık...bir önceki hayata ait olamayacak kadar dünyevi bir halleri var. Nerede görmüştüm ben bunları? Hep aynı yerde görmeye alıştığınız bir insanı, her gün alışveriş ettiğiniz mahalle manavını mesela, bankada sıra beklerken görünce bir türlü çıkaramazsınız ya, öyle bir his içindeyim. Lacivert sandaletlerin içindeki ayaklar da öyle. Nereden tanıyorum ben bunları? Biraz ileride asmanın altında toprak yumuşak, kızıl, buram buram. Ah! Tabi ya! Büyükada’daki evimizin bahçesi burası. Taşlar, yüzlerce kez üzerlerinde yürüdüğüm bahçe kapısından eve uzanan yolun taşları. Ayaklar, doğduğumdan beri bu bedeni her yere taşımış ve taşıyacak kendi ayaklarım. Alıştığımdan biraz daha ufaklar yalnız.

Bilmecenin devamı çorap söküğü....

Bir yaz sabahı bu. Dokuz yaşımın bir sabahı. Erken bir saat. Ben bahçede musluğun yanında duruyorum. Sabah serinliğinde hırkam üstümde değil ya, ürperiyorum. Bir şey yapmak zorunda değilim. Zamanın bir şeyler yapmadan, boşlukta sallanarak dolu dolu geçtiğini bilecek bir yaştayım henüz. Öylece duruyorum. Herkesten önce uyanmış, kapıları gıcırdatmamaya özen göstererek bahçeye inmiş, sabah saatlerine özgü olduğunu keşfettiğim ışığı, kokuları, sesleri, tenimde oynaşan taze serin havayı içime çekiyorum. Tek başımayım. Ne eksik ne fazla, tastamam tek başıma.
Yoga salonun serin zemininde sırt üstü yatan ben ile, musluğun yanında duran çocuk ben, karşılıklı duruyoruz. Hafızadan bilince akan bir görüntü değil bu. Belki paralel zamanların fakına varmak? Aradaki yıllar katlanıp çantaya giren şemsiye gibi sahneden çekilmişler. İkimiz de aynı yerdeyiz o anda... Tek başımıza ve tastamam. Çocuk ben için tanıdık, her gün gittiği bir yer. Sırtüstü yatan ben içinse o yer, koca bir köşkte girilmeye girilmeye varlığı unutulmuş bir tavanarası...
Bir taneyle kalmadı. Yoga derslerinin sürdüğü sonraki haftalarda çocukluk anları onları tıkıştırdığım çekmecelerden, dolap köşelerinden üstüme dolu dizgin yağmaya başladılar. Tek anlık karelerdi bunlar. Sadece görüntüleriyle değil, koku, ses ve hisleriyle çakıyorlardı zihnimde... Ya da ben onlara gidiyordum.
Nefes al, göğüs kafesinin arkasını genişlesin. İlkokul ikinci sınıf sabahı kaloriferler yanmadığı için annem önlüğümü elektrikli dilimin üstünde ısıtmış salonda ayakta uyumaya devam eden beni giydiriyor. Soyunmak soğuk, annem sıcak, dışarısı gri, ev yalnız.

Ayağa kalkıyoruz. Güneşe selam ederken, bir cumartesi öğleden sonrası. Okulun arka bahçesinde koyun otlatırken gördüğüm sınıf arkadaşım Nesrin (dokuz yaşından beri aklıma bir kere bile gelmemiş bir kız) ve hayatlarımızın farklılığı karşısında duyduğum hayret anı...Rüya görür gibi geçmişe dönüyorum. Görüldüğü andaki rüya kadar inandırıcı gerçekliği.

Öne katlanırken salon kapısının gıcırtısı, kimse duymadan evden kendimi dışarı, bahçeye atma telaşım ve salonda ekmek kızartan dedem. Masa ile büfe arasında gidip gelip kahvatı sofrasını hazılıyor, hafiften Vivaldi eşlik ediyor bu sabah ritüeline. Nenem geç kalkmayı sever. “Ooo! Küçük, erkencisin yine” diyor dedem. Ertesi sabah ondan da erkenci olmaya and içerek içimden, bahçeye süzülüyorum.
Arkaya katlanırken, kulaklarımda Erol Evgin çınlıyor. “Evlerin ışıkları bir bir yanarken, bendeki karanlığı gel de bana sor”... Annem üzülüyor mu bu şarkıyı dinlerken? Bizim evin ışıkları da yanmıyor sanki. Zaten Adile Naşit de bir kez olsun benim adımı saymıyor Uykudan Önce’de. Oysa ben her akşam onun karşısında yemeğimi yiyorum. Kuzucuklarından biri değilim herhalde.

Yaz akşamlarının hüzünlü ışığı. Mutfaktan gelen –nenemin pişirdiği– cızbız köftelerin kokusu. TRT’nin “saat 20:30”u haber eden tik tikleri. İçimde bir boşluk. Canım sıkılıyor. Keşke bir kardeşim olsa. Gizlice evlerine girerek alt kat komşumuzun kızının Barbie bebeklerini yürüttüğüm hırsızlık maceralarımın büyürken meğerse beni izlemiş olan utancı. Bir Renault 12’nin deri koltuklarına yapışan bacaklarımın arkasında akan terler, dalında büyüyen domatesin kokusu, mutfak penceresinden bahçeye uzatılan yeşil turuncu çiçek desenli mika bir tabaktaki tekir balıklarının kahkahası, lağım, tuz ve yosun kokulu bir kumsal, Arap ve yavruları...

Büyülenmiştim...İçimdeki çocukla yeniden buluşmak değil bu yaşadığım. Düpedüz zamanda yolculuk. Sanki birisi hayatımın her anının sadece görüntülerini değil, seslerini, kokularını, hislerini tatlarını da kaydetmişti ve ben Yoga dersleri sırasında o kayıtlara ulaşmış, çocukluğumu yeniden seyrediyordum. Nasıl oluyordu da oluyordu bu?

Anlattıklarımdan etkilenmişe benzemeyen hocam Panço açıkladı. Aslında çok basitti. Yoga, beynin günlük hayatta kullanmadığımız bölümlerini etkinleştiriyor, böylece farklı bilinç hallerini tecrübe edebiliyorduk. Ve evet, insan yaşamının her anını tüm hisleriyle kaydeden biri de vardı: Hafıza. Beynin az kullanılan bölümleri uyandıkça (beyin de aynı kaslar gibi kullanılmadıkça yumuşayıp tembelleşiyor, düzenli çalıştırılınca da potansiyeline doğru sağlam adımlarla yol alabiliyordu) hafıza da silkiniyor, dolap diplerinde sakladığı kayıtları gün yüzüne çıkarıyordu. Aynı durum Yoga çalışmaları sonrasında psişik yeteneklerini keşfeden insanlar için de geçerliydi. Zihnin çalışmaya alışmamış bölgeleri etkinleştikçe sezgiler ve telepati becerisi de güçleniyor, diğer insanların ne hissettiğini bilmek, düşüncelerini duymak kolaylaşıyordu.

Sabahları 6’da başlayan derslere düzenli olarak katılmaya başladığımdan beri benim de sezgilerim güçlenmiş, tahminlerim doğru çıkar olmuştu. Hayata dair kararları vermek bile kolaylaşmıştı. Hocam disiplinimi takdir ediyor, yeni yeteneklerimi ve paralel zamanlara yolculuk hikayelerimi ise yarım kulak dinliyordu. Kozmik yolculuklardan sarhoş, dersten çıktığım bir akşam Patanjali’nin Yoga–sutra (Yoga Özdayişleri) kitabını elime tutuşturdu. Üçüncü bölümle başlamalıymışım.

ARKASI YARIN....BİR YERE AYRILMAYIN