yoga arıyosanız:

www.defnesumanyoga.com

Tuesday, December 21, 2010

ARALIK

Evvel zaman içinde çok sevdiğim biri vardı. Dün gece onu rüyamda gördüm  Saçının kıvırcığını, bana bakarken yumuşayan gözlerinin elasını, siyah kazağının altında inip kalkan derin kaburgalarını, ince dudaklarının kıvrık tebessümünü, unuttum sandığım bütün ayrıntılarını üzerinde taşıyarak rüyama geldi.

Zaman o evvel zaman değildi ama. Rüyamda şimdiki zamanda idik. Bilmediğim bir evde karşılaşıvermişiz. Komşu muymuşuz ne, orası bulanık. Bir merdiven boşluğunda fısıldaşıyoruz. Çok yakın, çok samimiyiz.  Biz zaten hep bir aralıkta –çalınmış zamanların aralığında- bulmuştuk samimiyeti.


Evvel zamanlarda, milenyumu devirmemize az bir şey kala, yine bir Aralık gecesi karşılaşmıştık.  Daha da öncesinde, ben kimbilir kaç defa o karşılaşma anının hayalini kurmuştum.  Yıllar yıllarca olayı binbir kez kafamda canlanırmış, beğenmemiş, değiştirmiş, hikayeyi tekrar tekrar kurgulamıştım. Karşılaşacaktık. Beklenmedik bir anda. Bir gece. Beni ne kadar özlemiş olduğunu anlatacaktı. Bakışlarıyla tabii. Özlemini dile getirmesi hayali bir senaryo için bile imkansızdı. İmkansızı istemiyordum. Zaten anlaşacaktık işte bir şekilde.


Yeni tanıştığım bir grup arkadaşımla geçirdiğim o gece nasıl olmuşsa olmuş, aklımdan çıkıvermişti. Birkaç bar ve klübe girip çıktığımız, eğlenceye doyamayıp da karnımızı doyurmaya karar verdiğimiz sıradan bir cuma gecesinin sonunda, soğuğu hissetmeyecek kadar sarhoş, sıra sıra dizilmiş dönercilerin önünde orası mı, burası mı tartışması yapıyorduk. 


Taksim meydanı deprem depresyonunu üstünden atamadan milenyumu kucaklamak için süslenmiş, geceyi bizimkine benzer rotaları takip ederek geçirmiş, ve aynı noktada  sonlandırmaya hazırlanan tanıdık simalarla doluydu. Hatırlıyorum: Soğuğa rağmen yemeğini eline alan etrafa son bir kez göz atmak için  dışarı çıkmış, büfelerin önü gündüzü aratmayacak kadar kalabalıklaşmıştı.




O gece o kalabalıkta hiç karşılaşmayabilirldik. Yıllarca hep aynı yerlerde gezmiş, birbirimize hiç raslamamıştık ne de olsa. Onlarca büfenin arasında nasıl olup da onun içinde oturduğunun önünde durakladık? Talih, tesadüf, hepsi bir oyun işte! Ama o oradaydı. İçeride. Elinde bir tost, florasan ışıklarıyla aydınlatımış büfenin bir masasında oturuyor, bana bakıyordu. Yıllardır beklediğim an! Nasıl da hazırlıksız, nasıl da sarhoştum. Kendimi birşeyler hissetmeye zorladım hemen. Duygu duygu neredesin?  O kadar beklediğim kişi kalkmış bana doğru geliyor ve tek düşündüğüm şey sağ ayağının hafifçe aksadığı!


Tedirgin bakışlarla etrafı araştırarak  yanıma yaklaşmıştı. Demek o zaman bile hala korkuyordu birlikte görülmemizden. Çevreyi kollamayı sürdürerek aceleyle yanağıma bir öpücük kondurmuş ve kaçarcasına uzaklaşmadan hemen önce kulağına fısıldamıştı, “arasana beni ne olur, hemen, yarın ara”. Duyduklarımı algıladığımda başım dönmeye başlamıştı. O AN böyle çabuk, böyle bulanık ve duygulardan arınmış bir şekilde yaşanabilir miydi?


Hatırlıyorum: Uzaklaştığı yöne baktığımı. Onu hala görebiliyordum. Aceleyle taksiye binişini izlemiş, araba gözden kaybolurken arkasımı dönmüş, yürümüş, sarhoşların, sevgilierin, gecenin o saatinde mendil satan çocukların arasına, kalabalığa karışıvermiştim.


On bir yıl sonra bir başka Aralık gecesinde, dün gece rüyamda, ‘’evleniyorum ben’’diyordum ona. ‘’Beni her zaman beklersin sanıyordum ben oysa ki’’ diyordu. Şaka yaptığını ikimiz de biliyor ama aşkın ses tonu fısıltı ile konuşmayı sürdürüyorduk.


‘’Bütün hepsi bir oyundan ibaret zaten biliyorsun değil mi?’’diye soruyordu. ‘’Ne yaptıysam hep rol icabı idi. Bu hayat bittiğinde, rolümüzü tamamlayıp sahne arkasına çekildiğimizde, bir sonraki rolümüze soyunmadan önce, ben seni bulurum nasıl olsa kız kardeş. O zamana kadar sana verilmiş rolü hakkıyla oynamaya bak’’.


Bana bakarken sevecenleşiveren gözlerinin elası, saçının kıvırcığı, soluğunun fısıltısı zihnimde taptaze uyandım. Birbirimizi görmeyeli aradan çok zaman geçmiş olsa da, esas vedayı şimdi ettiğimizi karnımın derinliğinde bildim.


Karlı bir Aralık sabahında, çok sevdiğim bir başkasının ensesine yüzümü daldırıp, yeni günüme başladım. 

Monday, November 29, 2010

İNCE ŞİDDET


Bugün aklımda bir iki bir şey var. Yoğurmadan öylecene buraya yığacağım. Bakalım ne çıkacak? 

Bir tanesi yoganın ahimsa prensibi ile ilgili. Ahimsa şiddetsizlik anlamına geliyor. Onu bunu dövmemek, öldürmemek, yaralamamak...Ama zaten ben ve siz sevgili okurlar ahimsanın bu yakasından değiliz. Kimselere zarar vermeden yaşıyoruz biz. Hatta bazılarımız et bile yemiyoruz ki hayvancıklar acı çekmesin.

Öyle mi? Yoksa şiddetten uzak yaşadığımıza inandığımız anda, kendi şiddetimize gözlerimizi kapatıyor muyuz? Karısını, çocuklarını döven adamdan daha kör olabilir miyiz kendi hayatımızdaki şiddete karşı?  Kaba şiddeti tanımak ve onu ötekine ait bir şey olarak görmek kolay. Ama bir de ince şiddet var. Kaba ve ince şiddet birbirlerinden gün ve gece gibi farklı iki şey olmayabilir.

Benim hayatımdaki şiddet inceden işliyor.

İnce şiddet en çok iletişimde kendini gösteriyor.  Konuşurken kullandığımız sözcüklerde, tonlamalarda, emir kiplerinda, teşekkürsüz, lütfensiz cümlelerde...Veya haz etmediğimiz bir insandan herif/karı diye bahsetmederken Veya dalga geçerken… Dalga geçmek, karşılıklı gülüşülse bile iletişimin merkezi haline geldiğinde iki insan arasındaki bağı zayıflatıyor. İnsanın kendisi veya arkadaşı, sevgilisi, eşi ile dalga geçmesi inceden bir şiddet gösterisi. Özellikle de iletişimde alışkanlık haline geldi ise.


Şiddet başka insanlarla kurduğumuz iletişimin yanısıra kendi kafamızın içindeki monologlarda kullandığımız sözcüklerde de hayat buluyor. Birisini kafada hıyar, ya da angut bellemek mesela, o kimseyi olduğu gibi görmemizi imkanız kılıyor. Kafada yaftayı yapıştırdığımız anda o insan ile iletişimi koparıyoruz. Bu insanı hiç tanımıyor olabiliriz. (ki genelde tanımadıklarımıza yaftayı yapıştırmak en kolayı.) Tanımadığımız insana yapıştırdığımız yafta onu duymamıza engel oluyor. O insan o sırada kendini ifade etmeye çalışsa da bir defa bağlantıyı kopardık mı ou yeniden kurmamız güçleşiyor. Çünkü artık dinlemiyoruz. 

Richard Freeman ne diyor? Yoga begins with listening. Yoga dinlemekle başlar. Kafamızdaki etiketleri soyup dinleyebiliyor muyuz insanları? Ben biliyorum ki zorlanıyorum.

Dün arkadaşım Aisha ile ilişkiler üzerine konuşuyorduk: Kendi yoga hocasının bir sözünü tekrarladı. Yeni bir ilişkiye başlarken, sevgilinizin size değil, diğer insanlara (özellike hayatında önemli yeri olmayan bakkal, taksi şoförü, banka memuru, havaalanı görevlisi, hademe, kapıcı gibi insanlara) nasıl davrandığına bakın dermiş Aisha'nın hocası. Çünkü gün gelip de artık sizi etkilemek gibi bir amacı olmadığında size davranışı da aynen böyle olacaktır. Çok beğendim bu sözü. Sizinle paylaşmak istedim. 

Kim olduğu mühim değil, bir eski sevgilim bana ne kadar şekerse, taksi şoförlerine ve garsonlara o kadar ters idi. Ruhunu kasıp kavuran öfkesini oradan çıkarmam gerekirdi ama kendi sıramı beklemem lazımmış. Davranışlarımızı şekillendiren inceden şiddeti kendimizde de sevdiklerimizde tanımaya direniyoruz. Orası kesin. 

İçimizdeki varlığını inkar etmeyi alışkanlık edindiğimiz bir diğer şey de öfke. Öfke şiddetin bir numaralı motivasyon kaynağı. Dalga geçen, ha babam birbirini babalayan arkadaşlar pasif agresyon içinde kıvranırken, direksiyon başındaki diğer bütün şoförlere ana avrat küfreden kişi de öfkesini kendi arabasının içinde patlatmaktan başka bir şey yapmıyor.  Şiddete maruz kalan kendisi ve arabanın içindeki diğer yolcular...Bir de kendisini kuzu gibi gören öz-öfkesine kör arkadaşlarımız var. Karnına şöyle bir dokunduğunuzda göz yaşlarına boğulan, öfkeyi ötekileştirenler.

Foto: Kokia Sparis
Memleketimizde öfkelenmek, kontrolden çıkmak gibi ince ya da kaba şiddet olağan şeylermiş gibi algılanıyor. Bizi bekleten bir garsona çıkışmayı ya da sıramızı kapan bir akıllıya haddini bildirmeyi kendimize görev biliyoruz. Duygusallaşmadan (öfkelenmeden) rahatsızlığımı dile getirmek aklımıza bir türlü gelmiyor. İnce şiddet böyle böyle kalınlaşıp da iş sevgilimizi elektrikli testere ile kesmeye varınca da hayrete düşüyoruz. 

''Kontrolü kaybetmek'' meşru bir durum olarak kabul edildikçe şiddetten özgürleşmek mümkün mü? 

Bu kontrolü kaybetme halinin meşruluğu sadece öfke olarak değil, başka duyguların ipinin ucunun kaçırılması olarak da düşünülebilir. İsteri krizi, ağlama, duygu sömürüsü ve ısrar ile diğerine istediğini yaptırmak (diğerini kontrol altına almak) da şidder sayılmaz mı? Memleketimiz kadın ve erkeklerinden sıkça duyduğumuz ''kendimi kaybetmişim'' ifadesi şiddetin sorumluluğunu omuzlarımızdan bir güzel alıp içimizdeki bir canavara devrediyor. Biz de rahatlıyoruz. Oh! 

Şiddet şefkatin tersi. Kendi şiddet anlarımızı tanır ve canavarın başını o anda yakalarsak yerine şefkati koyabiliriz. Canavar sandığımız kadar kontrolümüzü dışında faaliyet gösteren bir şey değil aslında.

Ben şiddeti şefkat ile değiş tokuş edebildiğim anlarda vallahi kendimi bir iki yaş gençleşmiş hissediyorum!!!


Friday, November 19, 2010

Koca Nedir?

Bu gece evde yalnızım. Bu evde ilk defa tek başıma bir gece geçiriyorum. Kokia erkek arkadaşları ile içmeye çıktı. Dairemizin Kokia’sız gecesini biraz yadırgıyorum. Ortalığı yünlerim, kitaplarım, şallarım, kahve kupaları ve krakerlerimle bir güzel dağıttım. Yeni Türkü bütün eski şarkılarını yeniden piyasaya sürmüş. Çıkardım disklerden birini. Evin içini sardı Yeşilmişik.

Müzik de koku gibi hemen hafızanın yosun tutmuş duygularını tetikliyiveriyor. Bu albüm piyasaya çıktığında biz lisedeydik. Hep dinler ve hatta çalar söylerdik. Tınısı ile hüzünlenir, sözleri ile varoluşu anlamaya çalışırdık.

Onlar ‘’ya içindesindir çemberin ya dışında’’ diye söylerken, onaltısındaki taze ben  bilmek isterdi: Neresindeyim ben çemberin? Çünkü kendim içindeyken kafam dışardaysa kahrolacaktım. Kahrolmak pek romantik geliyordu kulağa ama geleceğim meyhane masalarında da geçmesindi.


"İstersen Hiç Başlamasın" ı sevdiğim çocuğu düşüne düşüne söylerdim. ‘’Onca yaranın ardından yeni bir aşk yaratamazsın’’mış. Oysa taze kalp yaralarımızın ardından yeniden yeniden yaratabiliyorduk biz aşkı.  Bir sonraki darbeye kadar. Darbelerin acısı da bir başka tatlıydı taze kalpte. Neredeyse gelsin diye bekliyorduk. Hormonların etkisinde ‘’istersen hiç başlamasın’’ lar ise otuz dakika kadar sürüyordu.
Odayı eşyalarım, gecenin sessizliğini de ilk gençliğimle doldurmuş, bunları düşüne düşüne bulaşıkları yıkarken aklıma birden Çağla Şikel’in ‘’Emre yakında kocam olacak’’ basın açıklaması geldi.

Hoppala?

Ben 2002 yılında beri televizyon seyretmiyorum. Kötü bir alışkanlık,  ben en iyisi vazgeçeyim diye başlamış bir durum değil. Çoğunluk gibi benimki de kanalların sıkıcılığına dayanamamakla başlayıp, televizyonsuz evlerde yaşamaya doğru gelişen doğal bir süreç. Sonra Tayland, derken Portland televizyon ve onunla hayatıma giren insanlar bir bir yokoldu.

Bu durumda Çağla Şikel’in ismini hatırlamam bir mucize iken basın açıklamasını beynimin bir köşesinde saklamış olmam nasıl açıklanmalı? Bakkal rafında rasgeldiğim bir Şamdan kapağında okumuş olabilirim. Peki şimdi niye yüzey yaptı acaba? Yeni Türkü-lise-Emre abi bağlantısı filan desem...? Emre Altuğ  abi ile lisede aynı servisde idik. Pek sever ve de sayardım. Sonra okul tiyatrosunda beraber Keşanlı Ali Destanını oynadık ki Emre abi bir içim su idi. Zeliha Berksoy derhal konservatura tayinini istedi.
Şöhret kapısını çaldığında bile Hisar’da Bebek’de karşılaştıkça samimiyetinden bir gıdım eksiltmeden selamladı beni Emre abi. Çağla Şikel daha ortaokula gidiyordu o vakitler.

İnsan beyni esrarengiz bir mağara.

Çağla Şikel’in ‘’Emre yakında kocam olacak’’ beyanında beni bir şey etkilemiş ki bugüne kadar dağarcığımda taşımışım?

Peki koca nedir?

Sevgilimiz, zaten aynı evde birlikte yaşadığımız, hayatımızın sonuna kadar birlikte olmak istediğimiz, ailemizin de sevdiği benimsediği erkek, kocamız olunca değişik bir şeye dönüşür mü?
Koca kalıbına giren erkekten bizim beklentilerimiz farklı olur mu?
Evlilik iki insandan çok iki ailenin –cemaatin- birleşimi ise (antropoloji derslerinde öğrendiğimiz üzere) koca kalıbına giren erkeğimiz birazcık akrabamız gibi mi olur acaba?

Anlamını çıkaramadığım bir diğer cümle de ‘’çocuklarımın annesi’’. Karım, sevdiğim kadın, eşim filan değil de...Çocuklarımın annesi...Hani sanki kan bağı  ile bağlı olduğum insan.

Ben akrabamlarımla çok sık görüşemiyorum. Hepimiz dünyanın dört bir yanına dağınığız. Bir görüşmeden diğerine bebekler yeniyetme, yeniyetmeler ana-baba olmuş oluyorlar. Onca zaman aradan sonra bir araya gelip de bir sofraya oturduğumuzda hissettiğimiz ortak bir şey var: Samimiyet.

Dostlarımı seçerek hayatıma kattım. Akrabalarım öyle değil. Dostlarım ile bağımın kontrolü benim elimde. İstersem koparırım. Akrabamlarımla bağım kandan geliyor. İstesem de koparamam. Onlar da beni koparamazlar. Çok iyi tanımasak da birbirimizi biliyoruz ki bu yolun sonuna kadar birbirimizin yakınında, yamacında olacağız. Böyle de bir güven uyandırıyor akrabalarım bende.
Çağla Şikel’in beyanına başta burun kıvırmışımdır tahminim. Evlenilecek kadın olduğunu ima ediyor, yüzükten güç çıkarmaca aman aman filan diye homurdanmışımdır da. Ama gelin görün ki işte, unutmamışım. Vakti geldiğinde yeniden kafamın kapısı çalınmış.

Acaba Çağla Şikel, o gencecik yaşında, Emre abi ile aile olduklarında samimiyet ve güven hissinin boyut değiştireceğini bildi de mi etti bu beyanını? Kim bilir? Bazı kızlar nikahta keramet olduğunu bilerek doğuyorlar, bazılarında ise işte şafak atmak bilmiyor.



Monday, November 15, 2010

Yoga Kafası ve Onu Korumanın Yolları

Foto: Kokia Sparis
Bu sabah -bence- nefis bir ders verdim! Bitip de halka halinde oturduğumuzda baktım herkesin yüzüne nur inmişti. Sessizliğimizi koruyarak biraz oturduk, sonra dağılmak üzere ayaklandık. Öğrencilerden biri ki -günlük hayatta arkadaşım- ben mumları söndürürken yanıma yaklaştı ve pek de alçak sayılmayan br sesle ördüğü hırkadaki arttırmaları nasıl yapacağını sordu. Yüzümü altardan çevirip ''sence şimdi bu sorunun sırası mı'' bakışımı attım  arkadaşım/öğrencime. O tınmadı, sorusunu ölçülerle donatarak bir kez daha sordu.


''Boşver şimdi bunları'' dedim, ''yoga kafanı açma, sonra konuşuruz.''


Yapanlar bilirler. Sahiden de ''yoga kafası'' diye bir hal var.  Hem dikkatli hem sakin, net ve  duygusallıktan arınmış, ama duyu organları keskin, biraz umursamaz, biraz da dünyadan kopuk bir hal. (Alp Turaç arkadaşımın kendi blogunda tanımladığı Zanshin hali gibi) İyi bir yoga çalışmasının sonuda zihnimize çöreklenen hal. Ki Patanjali tarafından yapılan tanımında yoga tam da bu kafa hali olarak tasvir edilir. Şöyle der Patanjali:


Yoga citta vritti nirodha.
Yoga beyin dalgalarının düzlüğe varmasıdır. (Tercüme ve yorum bana ait)


Yoga yapanların beyin dalgalarını ölçmek son yüzyılda nörologların da pek ilgilendiği bir konu. Sizi ayrıntıları ile sıkmayayım. Sonuçlar aşağı yukarı şunu söylüyor: Beyin günlük hayatta, derin uykuda, rüya anında ve uyuşturcu/uyarıcı maddelerin etkisi altında iken farklı dalga boylarında faaliyet gösteriyor. Yoga sonrasındaki beyin dalgaları da diğer koşullar altındaki dalgaların frekansından farklı nitelik ve boyda akıyorlar.
(Bu konuda yapılmış araştırmanın sonuçları için aşağıdaki bağlantıya gidebilirsiniz: www.yogameditation.com/articles/issues_of_bindu/bindu_12/mapping_the_brains_activity_after_kriya_yoga)


Yoga çalışmasının sonunda kavuştuğumuz bu frekans noktasından günlük hayata başlayıca uzaklaşıyoruz. Günlük hayata ne kadar hızlı dalarsak, o kadar çabuk hem de. Eğer ki siz de benim gibi yoga kafasında biraz daha uzun süre takılmak isiyorsanız, işte hocalarımdan duyduğum ve kendi tecrübelerimle perçinlediğim bir takım yollarım:


Kişi yoga kafasında salınırken, beynin düşünerek faaliyet gösteren bölümleri dinlenmeye çekildikleri için, beyni analitik düşünceye sürükleyecek etkinlikleri olabildiğince geciktiriyorum. Hesap kitap yapmak da, önümdeki günün programını yapmak da analitik zihnimin çalışmasını gerektiriyor mesela. Ağır bir kitap okumak da öyle. Dolayısıyla kafamı zorlayıp da, analitik zekamı uyandıracak şeyleri ağırdan alıyorum.


Konuşmak ve sosyal hayata dalmak beni yoga halinden derhal çıkarıyor. Jet hızı ile yoga kafanızı açmak için  hemen konuşmaya başlayabilirsiniz. Nabız sessiz kaldığımız sürece yavaş atıyor, ağzımızı açtığımız on kalp atışları hızlanıyor. Tayland'daki hocalarım yogadan sonra geçirilecek sessiz bir saatin faydalarını anlatmışlardı bana. Konuşmak da aynen analitik zeka gerektiren etkinlikler gibi beyni günlük hayat dalga boyutuna taşıyor. Dış uyarıcıların hepsinin böyle bir etkisi var aslında. Dolayısıyla konuşmak kadar olmasa da, emaillerimi okumak, yazmak, internete bakmak beni yoga kafasından günlük hayat kafasına şutlayan etkinlikler.


Derin yoga kafasına girmek için yaptığım şeyler de var. Mesela sabah yogama başlayana kadar sessiz kalmak. Uyku dalgasından, yoga dalgasına geçmeye bayılıyorum.  Bunun için de uyku ile yoga arasına günlük hayat dalgasını sokmamam gerekiyor. Yataktan stüdyoya konuşmadan, dinlemeden, müziksiz, sessiz varabilmişsem, daha ilk nefeste yoga kafasındayım.


Hatha Yoga metinleri bu hali sürdürmek için ayrıca yoga çalışmasından sonraki bir saat boyunca duyu ve iç organlarımızın sükunetini bozacak şeyler yapmamızı öneriyorlar. Yemek ve içeceklerden uzak durmak (su da dahil), duş almamak mesela.


Uykudan yoga kafasına, oradan günlük kafaya geçişleri ağır ağır yapınca bütün günüm yerli yerine oturmuş gibi geliyor. O günlerde duygusal veya hormonal iniş çıkışlarım gözle görünür bir biçimde azalıyor. (ki doğrudan beyin dalgaları ile bağlantılı bu iniş çıkılarımız). İnsanlara toleransım da artıyor, herkesi bir başka seviyorum.


Yoga kafası sürerken yapmayı sevdiğim şeyler: Sessiz sokaklarda veya doğada yürümek, bisiklete binmek, suya bakmak, kedilere bakmak, roman ya da şiir okumak, kulaklıktan müzik dinlemek, kalabalık bir ortama girip konuşmadan insanları seyretmek.


Yoga hali gün içinde beynimin sahnesinden çekilse de diğer hallere kucak açan bir alan olarak arka planda kalıyor. O günlerde kendimi nur ile çevrilmiş gibi hissediyorum.

Sunday, November 14, 2010

İKİNCİ BÖLÜM



Farketmişsindir. 

Yazmaya bir süreliğine ara verdim. Bilerek, isteyerek aldığım bir karardan ötürü değil. İçimden öyle geldiği için. 

Ben aslında -prensipte daha doğrusu- içten gelenleri çok ciddeye almam hayatımda. Aylaklığa bahane olarak görürüm hatta. Robert Svoda’nın bir sözü vardı: New age çağında herkes kalbinin götürdüğü yere gitmek istiyor ama acaba kaçımız kafamızın gürültüsünün ardında  sahici yürek sesimizi duyabiliyoruz? Ben de katılıyorum kendisine. Duyguların egemenliğinde çalışan kafamızın isteklerini, arzularını içimizden gelen ses zannetmek mümkün. İşte bu yüzden içimden gelen, gelmeyen mesajları pek de kaale almadan, bana iyi geldiğini bildiğim şeyleri yapmaya yönlendiririm kendimi ben normalde.

İçimden bir kafeye gidip miskinlik etmek gelse de kısaca bir sabah yogası yaparım mesela. Sonrasında pişmanlık duyduğumu hiç hatırlamıyorum. Yazı da öyle. İlham gelmese de her gün oturup ıvır zıvır da olsa bir iki satır bir şey yazarım. Bilirim ki tıpkı yoganın ilk bir kaç nefesi gibi yazının da ilk bir satırından sonra açılacak kanallar. Ki öyle de olur.

Ve fakat...bu sefer başka bir içimden gelme haline girdim. Belki de kafamın değil, sahiden de yüreğimin sesi idi duyduğum. ‘’Yazma’’ dedi çünkü. Yazamıyorum filan değil, ‘’yazma’’! Hayırdır inşallah! Ben de uydum bu sese. Ta ki bugüne kadar, günlüğüm dışında mektup bile yazmadım. Böyle bir kış uykusuna yatmam gerekiyormuş.

Şimdi uzun sessizliği bozarken, kendimi bir başka hissediyorum. 2007 yılından beri düzenli olarak blog yazıyorum. Yoga, yolculuk, yaşam üzerine düşüncelerimi, yorum  ve tecrübelerimi aktardığım bu yazılar yıllar içinde tanıdığım, tanımadığım sizlerle yaptığım sohbetlere dönüştü. Blogu takip edenler, yorum yazanlar sayesinde çok değerli yeni dostlar edindim.

Kış uykumun sonunda, yani şimdi, yazılarımın ikinci bölümüne başlıyorum. Ne değişti diyeceksiniz..Yüreğim tarafından öngörülen sessizliğimde bir arpa boyu büyüdüm, bir nebze dönüştüm. Orasını hissediyorum. Yazmaya yeniden hazırım. Onu da biliyorum. 

Ama derinlerde, yürekte ne değişti, onu daha bilmiyorum. 
Hep beraber keşfedeceğiz.
İkinci bölüme hoşgeldiniz!
Foto: Zeyno Erdost

Thursday, September 23, 2010

Odanın Ortasında Koca Koca Filler






Mutsuzluğu eskiden beri içime dert bir çocukluk arkadaşım var. Biz çocukken de mutsuzdu, hala da mutsuz. Kimilerine göre bebekken başına gelenler yüzünden, acemi ana-baba hasarı, kimilerine göre doğum travması...(ki  iki aylık bebekkenki fotoğraflarında bile huzursuz, huysuz, ekşi bir ifade yüzünde)

Mutsuzluğu içime dert bu arkadaşım hayatındaki her adımı kitabına göre attı.  Etrafındakilerde hayret veya hayranlık uyandıracak sivri bir yanı olmadı. Liseyi bitirince, üniversite, oradan Amerika’da mastır derken ömrünün sonuna kadar ödemekle yükümlü olduğu borcu boynunda, hayata atıldı. Hafta içi günlerinin on saatini kendisini manen tatmin etmeyen bir meşgaleye adadı: İşi.

Uzun zamandır aynı adamla birlikteydi. Evlendi. Düğün sırasında ‘’damat çok iyi çocuk canım, bakmayın’’ ‘’bizim kıza iyi davranıyor’’ lafları kulaktan kulağa  gereğinden fazla fısıldandı.

Anladık ki ailesi damadı benimsemekte zorlanıyor. Tez zamanda anlaşıldı ki ''bizim kız'' da damadı pek benimseyememiş meğerse! 

Dünya evine gireli iki yıl olmamıştı ilk kriz patlak verdi.

Önce başladı:
‘’İletişim kuramıyoruz, kendimi anlatamıyorum, beni dinlemiyor, beni anlamıyor, beni merak etmiyor, benim istediğim hayat bu mudur, beni tutku ile sevecek başka bir adam dünyada var mıdır, var ise ona kaçsam kar mıdır, zarar mıdır?’’ derken çıkardı baklayı ağzından:

‘’Ben başkasına aşık oldum! Kocam beni meğerse hiç tatmin etmiyormuş'’

Aile kadınlarını sardı mı bir telaş?

"Kızcağızım niye vardın bu adama öyle ise? Evlenirken belli değil miydi bütün bunlar? Dün tanışmadınız ya, sekiz senelik ‘’flört-söz-nişan maziniz var.’’

Bizimki önce sus pus, gözler kıpkırmızı, derken fışkırıyor yaşlar...Bütün kadınlar bir ağızdan başlıyorlar bunun üstüne...

''Aman evladım, canım evladım, ne istiyorsan onu yap evladım, seni ne mutlu edecekse...''

''Bir adamın diğerinden farkı olmaz yavrum, koca dediğin bir ayrıntıdan ibarettir. Sen hayatın keyfini çıkarmaya bak.''

''Başkasına da varsan tutku biter kısa zamanda, evlilik bir yoldaşlık ilişkisidir.''

Vs vs vs...

Aile bilgelikleri bende dehşet uyandırıyor.  Korodan fırsat bulduğum bir anda dalıveriyorum uzaktan:

‘’Kocana anlatsan’’ diyorum ‘’bütün bu bize söylediklerini, içinde birikenleri, şüphelerini...?’’

Dehşet sırası şimdi aile koromuzda.

''Aman haa! Olur mu öyle şey. Başka bir adamdan hoşlandığı söylenir mi hiç kocaya? Görülmemiş şey. Alimallah bırakır gider. Yok yok kesinlikle olmaz...Bırak bilmesin o bunları. Doğrucu Davut olmaya gerek yok.’’

Pes etmeyeceğim daha...Çünkü koro haykırırken ağlamayı sürdüren bizim kızın gözlerinde ilk defa bir ilgi ışığı parladı ben konuşmaya başlayınca. Bizim kız bana güveniyor. Koroyu es geçip o ilgi ışığına konuştum ben de :

‘’Bir kere bu yeni adamla aranda bir şey geçmemiş. Kocana sadık kalmış mısın? Kalmışsın. Bu adam senin eşin, hayatta en samimi olabileceğin insanlardan biri. Senin duygusal olarak nerede durduğunu bilmek bir yandan onun hakkı. Öte yandan bu adam seni yaşam dostu olarak kabul ederken, zor zamanlarında sana destek olacağına söz vermiş kişi. Ona içinde bulunduğun durumu anlatıp yardımını istemekten daha tabii ne olabilir? Bu diğer adamda çekici bulduğun şeylere ihtiyacın varmış ki kapılmışsın. İletişim ve samimiyet ihtiyaçlarının  karşılanmadığını da bu vesile ile dile getirebilirsin. Kocan senin neye ihtiyacın olduğunu bilmeden nasıl verebilir ki onları sana?’’

Baktım koro da susmuş beni dinliyor. Bizim kız,

‘’Anlamaz ki, ah o beni anlamaz ki’’ diye diye hafiften inlemeyi sürdürüyor ama ışık gözlerini ele geçirmiş bir kere. 

‘’Herşeyim var benim mutlu olmak için. Ne hakkım var şimdi gidip de ona hayatımdan şikayet etmeye? Ne istediysem verdi bana bu adam.  (Burada benim sol kaşım benden izinsiz yükseliyor) İşim, param, evim, güvencem...herkesin hayal ettiği hayatı yaşıyorum. (sol kaşa bu defa izin veriyorum, kalksın) Size söylerim ben başkasına vuruldum diye? Neden başıma geldi bunlar benim?’’

Böhöööööööö!

Richard Freeman yogayı ‘’kavramlardan ve fantazilerden arınmış halimizi olduğu gibi görme özgürlüğü’’ diye tanımlar.  Çocukluk arkadaşımın canını yakan şey kendi mutsuzluğunu kabul edemeyişi. Bir kere kabul etse, belki kendi mutsuzluğunun sorumluluğunu ele alacak. Ama daha çok uzaktayız o noktadan. Beyaz orta sınıf fantazisinin mutlu olmak için yeterli olduğuna dair inancı kendi ruh halini olduğu gibi görmesini engelliyor.

Eskiden mutsuzluğuna bir neden bulması kolaydı. Param yok, işim yok, kocam yok, evim yok...Şimdi artık hepsi var maalesef. Bahanesi yok. Mutluluğa dair bildiği bütün formülleri tükettiği için ne yapacağını bilmiyor. Bundan sonra o pasif, hayat aktif duruma geçiyor. Hayat artık yarattığı ve sorumlu olduğu bir şey değil, başına gelenlerden ibaret.

Böhööööö! 

Bizim kız yine kapandır ağlıyor ya, aile kadınları hemen sahnemi çalıyorlar.

‘’Dur dur, ağlama kızım. Bir sıkıntıdır geçer. Mutlu olursun yine...Evlilikte olur böyle şeyler. Ciddiye alma fazla.’’

Kız kendini keşfediyor. Bir susun ya! Belki tam da şimdi, doğum travması mutsuzluğunu yenecek bir adım atacak. Özgürlüğe giden ilk adım ayaklarımızda prangalarla yaşadığımızın farkına varmak değil mi?

Ne fayda? Bizim kız susmadıkça, onlar da susmuyorlar. Ailelerin çocuklarının özgürlüğünü ellerinden almaları katman katman bir süreç. 

***

Bu sahneden aylar sonra bir akşam ikimiz yemek yiyoruz. Bizim kız ile kocası bir daire almak üzereler.  Sanırsınız ki bütün dertler tarih oldu. Aile kadınları haklı çıktı. Bir buhranmış geçti. Oysa ben biliyorum haftanın hergünü işe gider gitmez arıyor öteki adamı.

Kendimce çok mantıklı bulduğum soruyu soruyorum:

‘’Şimdi siz bu daireyi alıyorsunuz ya, boşanırsanız daire kimde kalacak onu belirlediniz mi?’’

Aaa, vay ne negatifmişim! İlk evlerini satın alırken ayrılığı düşünmek olur muymuş?

Hayret bir şey!

‘’Kızım sen değil misin her Allah’ın günü ayrılığı ciddi ciddi düşünen?’’

Sus pus. Gözler kırmızıya dönüyor.

"Konuştunuz mu kocanla hiç bu konuyu?''

"Hayır. Ne diyeceğimi bilmiyorum’’

‘’Şöyle demeye ne dersin? Sevgili koca -ben neden bilmiyorum ama-  bu evlilik içinde çok mutsuzum. Bu konuda ne yapacağımı bilmediğim için çaresizim. Senin yardımına ihtiyacım var. ’’

BÖHÖÖÖÖÖÖÖÖ!

Hay Allah! Bizim kız mutsuz olduğu gerçeğinden kaçarak yaşamaya öyle alışmış ki yaldız katmanını bir tırnak darbesi ile kazımak yetti karmaşaya. 

Bağırmak istiyorum ona:

Ayıp olan mutsuzluk değil, mütemadiyen kendini ve kocanı kandırarak yaşadığın bu yalan ayıp.

Odanın ortasında koca bir fil, bunlar etrafında dolana dolana yaşamlarını sürdürüyorlar. Kalben bir bağ kuramıyoruz bari mortgage kağıtlarımız üzerindeki ortak ismimiz bizi bağlasın. Belki ileride bir de çocuk yaparız, biraz daha dolanırız birbirimize. Dışarıdan. Ama içeriye kimse dokunmasın.

Sonra şunu düşündüm: Diğerinin gölgesi bana bu kadar zahiri ise, benim gölgem de dostlar tarafından net bir şekilde gözlemleniyor olsa gerek. O yüzden diyorlar zaten yoga ancak diğerinin  varolduğu yerde başlar diye.

Bugün hocam Zhander Remete şehrimize geliyor. Önümüzdeki on gün boyunca kendi gölgelerimizi görebilelim diye öyle bir eğip bükecek ki... Kör noktamızda saklı koca filleri görmek kısmet olacak mı bir sonraki yazıda anlaşılacak bakalım!