yoga arıyosanız:

www.defnesumanyoga.com

Wednesday, November 9, 2011

Kendinizi Tanıtır mısınız?


Sevgili Okuyucu,
Geçenlerde yazmıştım. Yine yazayım. Ben bir yoga hocasıyım. Yılımın yarısını Portland diye bir şehirde geçiriyorum. ABD'nin Kuzey Batısında, yağmurlu, bol ağaçlı bir memleket. Şimdi olduğu gibi mevsim dönerken renkler öyle bir çıldırıyor ki sağıma soluma bakınırken ağzım açık kalıyor. Dünya bu kadar mı güzel olabilir?

Foto: Ayşe Kaya
İsmim Defne. Annemle babam uluslararası bir isim olsun demişler. İçinde Türkçe karakterler bulunmasın. Kızımız seyahat ederken zorlanmasın. Gel de takdir etme şimdi bu ileri görüşlü kadın ve erkeği. Kocamın dilinde ismin Dafni diye telaffuz ediliyor. Portland'da Daphne oluyorum. Israil'de Dafna olacakmışım ama gitmedim, duymadım.
Yoga hocası olmazdan önce bir sosyolog idim. Daha doğrusu sosyolog olmaya hazırlanıyordum. Doktora yapmadan sosyolog olunmuyor diye biliyordum. Yine de pasaportumun meslek hanesine sosyolog yazdırdım. Memur beyi sinirlendirmek pahasına. ''Ne okudun yani?'' diye sordu sabırsızca. Sosyoloji dedim. Başını iki yana salladı. Ben bu hareketi tam olarak neye yoracağımı bilemedim.
Annem de sosyoloji okumamı istememişti. En başta yani. Şimdi geri dönsem koca bir koçu kurban edip Yeşil apartman ahalisine dağıtır. Öyle ister yani yeniden sosyolog olmamı. Pasaportumdaki meslek hanesini onu kesmiyor. Ama işte en başta, 1991 yazında, üniversite sınavı sonuçları açıklanıp da benim Boğaziçi Üniversitesi Sosyolji bölümünü kazandığım ortaya çıkınca annemin Yasemin'e şöyle dediğini duymuştum (benden gizli) : Yaseminciğim sen ikna et de psikolojiye geçsin. Ne yapacak sosyolojiyi bitirdikten sonra?
Yoga hocası olacakmış. Annemin gözünde bu meslek beden eğitimi öğretmenliği gibi bir şey sanırım. Ya da ne başta öyleydi. Şimdi, sekiz yıl sonra ufku genişledi. Ailede bir insanın yogaya başlaması her ferdi etkilermiş. Beden eğitimi öğretmeninden bir kademe daha kaliteli bir iş yaptığımı düşünüyor zannedersem. Ama bir sosyoloğun yükselebileceği kalitenin yakınından geçmiyorum. Tuhaftır çünkü en başta sosyolojinin beni bir yere götürmeyeceğinden emin olan yine kendisi idi. (bkz: yukarı paragrafta Yasemin'e söyledikleri)
Neyse, annem hakkında yazmak istemiyorum. Yoga hakkında da yazmak istemiyorum. Her iki konuda da ağzımı sıkı tutma kararı aldım. Annem hakkında konuşmama kararım ilişkimiz hakkında durmadan fikir üretmeye meyil eden zihnimi terbiye etmek için. Annemi benden bağımız bir insan, bir kadın olarak görme projesinin parçası. Yoga hakkında konuşmama kararım ise çok yeni. Sanki yoga söz ile ifade edilebilir, kitaptan okunabilir bir şeymiş gibi düşünülüyor ya, ben de bu düşünceye katkıda bulunmayayım dedim. Artık ortalık yerde yogadan bahsetmeyeceğim. Hem bana esrarlı bir hava katıyor.
Yogadan konuşmayan bir yoga hocasıyım.
Yakında İstanbul'a geliyorum. Çok yakında. Önümüzdeki hafta. Pılı pırtı toparlayıp, kapıyı bacayı kapama vakti. Geceleri biz yatınca bir hayvan dolaşıyor mutfağımızda. Kağıt-cam-plastik çöpümüze giriyor, eşeleniyor, bir alay kuru gürültü yapıyor. Ben kalkıp bakmaya korkuyorum. Nasıl bir hayvan ile karşılaşacağımı kestiremiyorum. Bey de yürüme özürlü, yataktan çıkıp tekerleklerine binmesi başlı başına bir proje. Bekliyor, dinliyoruz işte bu yüzden. Misafir tıkır tıkır işini bitirip geldiği gibi gidiyor. Sesler kesiliyor. Sabahın karanlığında ben uyanıp odadan çıktığımda, temkinli adımlarla mutfağa yürüyorum ama kendisine dair en ufak bir ize raslamıyorum. Çöpler dağılmamış, bok püsur pislik yok. Hiçbirşey kemirilmemiş. Yalnız dün boş bir tost ekmeği torbasının bulaşık makinesi ile duvar arasındaki 1 cm'lik açıklıktan içeri doğru çekilmiş olduğunu gördük. Açıklık öyle dar ki torba geçememiş, yarısı dışarıda kalmış. Misafir ise torbayı geçiremediği açıklıktan süzülmüş gitmiş.
Kapıyı, bacayı sıkı kapamalı, belki de sıvamalıyız. Döndüğümüzde misafiri ailesi ile kanepeye yerleşmiş görmek istemiyorsak. Bey başka çözümlerden de söz ediyor. Kapan kurmak filan gibi. Şimdilik kulak asmıyorum ama vakit daralıyor. İstanbul hızla yaklaşıyor.
İstanbul'da bütün bir yıl geçirmeyeli tam 10 yıl oldu. Bir ayağımı bir başka kıtaya attım. Ötekisi İstanbul'da kaldı. İlk ayağım adımını  Asya'dan Amerika'ya değiştirdiyse de İstanbul'a basan ikinci ayak olduğu yerde kaldı.
İstanbul'da taksi şoförleri hani sorarlar ya hep: Nerelisin abla? diye. Istanbul'lu diye gelince bir türlü ikna olmazlar. İlla ki babamın memleketini merak ederler. Ben de merak ederim babamın memleketini aslında. Öyle çok yer değiştirmiş ki ailesi babam büyürken bir memleket filan tesbit etmek mümkün değil. Bazen babamın ablası halalarıma sorarım biz nereden geldik diye. Bir başlarlar anlatmaya, soyumuz Bulgaristan'dan Kafkasya'ya uzanır, kafam karışır. Onlar da o dayının soyu, bu halanın  köyü hususunda anlaşamadıklarından konu kapanır. Ben dönüş yolunda taksiciye verecek bir cevap yine bulamam.
Taksiciler bir de mesleğimi sorarlar. Orada da biraz bocalarım. Pasaport memurunamesleği: sosyolog derkenki  rahatlığımdan eser kalmaz. Yoga hocası dersem sanki taksi şoförüne bir bedenim olduğunu hatırlatır ve onu elem fikirlere sürüklermişim gibi gelir. İstanbul'da tanımadığım erkeklerden korkarım genelde ve onlara bir bedenim olduğunu hatırlatacak şeyler yapmamaya gayret ederim. Beden değilsem zihin olmalıyım diye düşünürüm mesela. Beden kadın, zihin erkektir. Bizim aile kadınları kendileri farkında olmasalar bile bu ayrımı durmadan yeniden üretir ve kadınları aşağılarlar. Bir bedenleri olduğunu hatırlamak onlara ayıp ve aşağı bir şeymiş gibi gelir. Sürekli zihinlerine odaklanıp kendilerini entellektüellik seviyeleri ile tanımlarlar. Bizim ailenin kadınları erkek olmayı özlerler farkında olmadan.
Ben de özlerim erkek olmayı. Erkeklerin hormon iniş çıkışlarından nisbeten arınmış halleri hoşuma gidiyor.  Bir falcı bir defasında sende feminen ve maskülen enerjiler dengede duruyor, senden  iyi hoca olur, ama ana olmaz demişti. Bozulmamıştım. Ama bence benden çok iyi baba olur. Erkek olsam, ay hali, yumurtlama hali demeden hergün yoga yapabilir, belki de hocamın göz bebeği olurdum. Erme niyeti ile dağlara çıkmak erkeğe yakışır sanki. Bir de güzel kadınlarla sevişmek isterdim. Erkek olarak.
Neyse bir sonraki hayata inşallah.
Uzun lafın kısası taksici mesleğimi sorduğunda ben ''öğretmenim'' demeyi seçerim. Bazen matematik, bazen felsefe öğretmeni olurum. Bir lisede, bazen üniversitede. Sabahın kör karanlığında beni Cihangir Yoga'ya bırakan bizim durak taksisinin ihtiyar şoförüne sabahın 6sından kimlerin felsefe öğrenmek için bir dershaneye geldiklerini açıklamam biraz zor oluyor yalnız. Neyse ki artık bir yayınlanmış bir kitabım var ve soranlara ''yazarım'' deyiveriyorum. Taksi şoförü yazar kişiyi bedeni ile alakalandırmaz.
Zannedersem.
Sevgili okuyucu, sen beni tanıyorsan zaten, bana ne bunlardan diyebilirsin. Öyle dediysen zaten buraya kadar inmemiş, yukarıda bir yerlerde aramızdan ayrılmışsındır. Buraya kadar inmiş sadık okuyucu sana niye şimdi kendimi anlatıyorum? Ben de bilmiyorum. Açtım bilgisayarı, parmaklarımdan bu aktı.  Birilerine hayrı dokunsa gerek.
Her sabah kendi yogamı yapıp, derslerimi verdikten ve bir kafede biraz dinlendikten sonra saat 10'da eve dönüyorum. En geç 10 buçukta. Bey ile anlaşmamız böyle. O yüzden şimdi ayrılmam gerekiyor huzurlarından sevgili okuyucu.
Yakında görüşmek üzere!
Defne

Sunday, August 7, 2011

Yogada Hoca Yitirmek

Dizi Yazının tamamını okumak için:

www.defnesumanblogs.com

adresine davet ediyorum sizi. 

Wednesday, May 4, 2011

One Night Stand


Sinan yatakta dönüp uykusunun arasında homurdandı. “Kolum uyuştu, en felaket şey”. Bir süredir uyku ile uyanıklık arasında salınan Burçak, onun bu sabah pek kötü göründüğünü farkedip, gözlerini kapadı. Akşamdan kalma. Sırtını döndü. Sinan uyuşan kolunu uzatıp onu kendine çekti. Yorganın altında tenleri birbirine değdi. Tadı her seferinde yeniden hatırlanan tanıdık bedenler birbirlerine sokuldular.
Dün gece Sinan’ı kendisi çağırmıştı. Telefonuna kısa bir mesaj atması yetmişti. Yuva Apartmanı. Gece ilerleyip de mesajına cevap gelmeyince, Sinan’ın herhalde işini gücünü veya –varsa- sevgilisini ayarlayamadığını düşünüp yatmıştı. Kaç zamandır artık birbirlerinin ilişkileri ile ilgilenmiyorlardı. Evli değildi Sinan o kadarını biliyordu. Burçak ile ilişkisini sevgililerine anlatmadığını da tahmin ediyordu.
Sırtına  Sinan’ın hafiften yağlanmış göbeği değdi. Bu göbek artık onu rahatsız etmiyor. Hoşuna bile gidiyor mu ne? Kilo aldığını ilk farkettiğinde nasıl bozulmuştu oysa! Biz büyür, dünya değişirken Sinan aynı kalmalıydı sanki. Filinta gibi çocuktu Sinan bir zamanlar, evet ama, çocuktu işte o zamanlar. Çok eskidendi.
Burçak’ın müdavimi olduğu bir rock barda Cumartesi geceleri Sinan ve grubu sahne alırdı. O sahneye çıkan her erkek gibi Sinan’ın da bir tılsımı vardı. Şarkı aralarında gitarının tellerine tutturduğu sigarasından öyle bir nefes çekerdi ki mesela, kızların çoğu -Burçak da tabii- sırf onunla aynı anda o zevki tatmak için yanlarında paket taşır olmuşlardı.
Şimdi yanında söylenerek uyuyan bu akşamdan kalma adam, sahneden kadınları vakum gibi kendine çeken, sevgililer arasında kavgalara yol açan efsanevi Sinan’dı. Uzun saçlı, ince yapılı, sert bakışlı. Mesafeli duruşu utangaçlığındanmış gerçi ama o vakitler ‘’cool’’ yapıyor sanırdı Burçak ve arkadaşları. Uzaktan bakıldığında sertliği ve esrarengiz havası hormonları zaten başlarına vurmuş on sekizlik taze kadınları fena kızıştırırdı.
Burçak sonradan -onun evine gittikleri ilk gece- Sinan’ın sertliğini bir anda iptal eden Kemal Sunalvari bir gülümsemesi olduğunu da hayret –biraz da hayal kırıklığı- ile farketmişti.
Sinan sahneden inince onu izleyen bakışlarından habersizmiş gibi doğruca bara yürür, arada rastgeldiği bir kaç tanesini de içten ama çabucak selamlar uzaklaşırdı. Gecenin sonlarına doğru bir taze bulur, onu peşine taktığı gibi haset ve sitem yüklü iç çekmelerin arasından geçerek çıkar giderdi. Kalacak bir yer ayarlardı mutlaka. Hala annesi ve babası ile aynı evde yaşadığını gerekmedikçe ortalıkta konuşmazdı.
O bar gecelerinin birinde “şu gitarist  çocuk var ya” dedi Faruk kulağına eğilerek “seni sordu bana”. Faruk Burçak’ın hem okul hem de gece gezme arkadaşıydı. “Ne?” diye bağırdı Burçak kendini tutamayıp. Faruk bilmiş bilmiş sırıttı. Burçak birasından koca bir yudum aldı.
Ya Sinan birazdan yanlarına gelecekse?  Bir yudumda bardağın kalanını mideye indirdi. Nasıl tavlayacak Burçak’ı? Tavlanmak çok istiyor ama ailenin kadınlarından hep duyduğu üzere istediğini belli etmemesi gerekiyor. Belli etmeyecek mi, yoksa istemiyor gibi mi davranacak? Burçak dozunu bilmediğini farkedip telaşlandı. Sinan’ı kaçırmamalı.
Tanımadığı bir adamla geceyi geçirmek bir yana, Burçak’ın lise sonda yaşadığı mutsuz aşk macerasını saymazsak, doğru dürüst bir ilişki tecrübesi bile yoktu. Bunu kimselere, Faruk’a bile söyleyememişti. On sekiz yaşını doldurup, tek gecelik aşkların pek popüler olduğu bu çevreye girdiğinden beri ilk ‘’one night stand’’ini yaşayacağı anın hayalini kurup duruyordu. Evet, Sinan’ı kaçırmamalı.
Burçak’ın acemi lise sevgilisi ile yaşadığı yarım yamalak sevişmeleri hiç bir seferinde orgazmla bitmemişti. Burçak için orgazm kendi kendine yaşadığı bir şeydi. On beş yaşında parmaklarını ilk defa içine daldırıp da gövdesinin merkezinde saklı o zevkle karşılaştığında şaşkına dönmüştü. Bu kadar kuvvetli bir zevk üretebilen kendi bedeni miydi? Demek ininde uyuyan bir kaplan gibi kendini saklamıştı o zevk. O günden beri dizginlerinden kurtulmuşcasına yeniden yeniden uyanmak, merkezden fişek gibi yükselip çevreye dağılmak, ardı ardına patlamak istiyordu. Diğer yeniyetmelerin de aynı yollardan geçtiğinden habersiz Burçak, evin boş olduğu anlarda –biraz utanarak- hemen perdeleri çekip yatağa giriyor, o çığlık içinden kurtulana kadar kendini seviyordu.
Artık o zevkin bir erkek tarafından kendisine sunulmasını istiyordu. Yükselirken öpülmeyi, okşanmayı, bir bedenin sıcaklığı altında ezilmeyi özlüyordu.
Sinan’ın Kadıköy tarafındaki evine doğru yol alırken müzik dinlediler. Sabaha karşı o saatte köprü bomboş, yeni açılmış TEM otoyolu sekiz şeridi ile fazla geniş göründü Burçak’ın gözüne. Yolların ıssızlığından mı neden içi titredi.
Sevişmeye başladıklarında tutuktu. Sinan’ın annesi babası tatilelermiş. Ev dağınık, soğuk ve birbirine uymayan zevksiz eşyalarla döşenmişti. Burçak ister istemez annesinin gözünden etrafa bakıp, kimlerle düşüp kalktığını sordu kendine.
Bir de ayrıca kendini yetersiz ve bigisiz buluyor, Sinan’ın eve getirdiği diğer kadınların ‘’teknik’’leri kim bilir ne iyi olduğunu düşünmekten öpüşlerine doğru dürüst karşılık veremiyordu. Sinan’ın bedenini tanımayan elleri, hassasiyetten yoksun dokunuşları ve öpüşlerini yadırgıyor, hani neredeyse “olsun bitsin, ben eve gidince kendi orgazmımın çaresine bakarım” diye düşünüyordu.
Sonrasında sessiz sessiz yanyana yatarken, kendini konuşmak zorunda hissetti. Biraz önce bedenlerinin en derininden birbirlerine bağlanmışlar ama bağ kuramamışlardı. Kardeşi var mı acaba? Uzun bir ilişkisi yaşadı mı? Hiç aşık oldu mu? Aklına gelen soruların hepsini aptalca buldu. Zekice bir laf araken, bakışlarını tavandan ayırıp Sinan’a döndü. Sigara içiyordu. Sol kaburgalarının hemen altında açık kahverengi bir doğum lekesi vardı. Parmağının ucunu dokundurdu.
“Acıktım ben. Tost yapalım mı?”.
***
Yeni binyıl başlarken rock barlar klüplere yenik düştü. Sahne djlerin oldu. Uzun saçlar kesildi.İç mekanlarda sigara yasaklandı. Kazara hamile kalanlar doğurmaya başladı. Biranın yerini viski aldı. Burçak ile Sinan sevişmeyi başkalarından öğrendiler. Sinan tek gecelik aşklarından, Burçak uzun soluklu ilişkilerinden. Yeniden bir araya geldikleri gecelerde birbirlerini değil kendilerini yatakta daha iyi tanımaya başladıkları için sevişmeleri güzelleşti.
Burçak bu süreçte seksde teknikten çok narsistliğin işe yaradığını öğrendi. Özellikle Sinan ile beraber olduğu gecelerde, sevişmelerine bir anlam yükleme gereğini hissetmediğinden, sadece kendi zevkine odaklanabiliyordu. O zaman Sinan da  heyecanlanıyor, kendini kaptırıyor, bedenlerinin merkezinden başlayan bağ dudaklarına, ellerine, benliklerine yayılıyordu.
O heyecanla, “ah sen benim gizli sevgilimsin, yıllarca sana geleceğim, hep hep hep bulacağım” diye fısıldıyorlardı birbirlerinin kulağına.
***
Yattığı yerden hesaplayınca hayatının ikinci yarısının tamamına Sinan’ın eşlik ettiğini fark etti. Ön planda dolu dizgin yaşananlara katılmadan, karışmadan, düzensiz bir sıklıkta yatağına girip çıkmıştı bu adam. Kedisi gibi.  İlişkileri olsun ikisi de istemişti. Başlarda konuşacak bir şey bile bulamazlardı. Ama saf bir cinsel çekim de değildi onlarınki. Tanıdık uzak bir memleketti Sinan ile geçirdiği geceler. Aşkların cinselliğe yüklediği anlamlardan arınmış, işveli bir şehvetti. Sadece sevişmeleri değil, yatak sohbetleri, kahvaltı hazırlıkları, kanepeye yayılıp gazete okudukları vakitler, hepsi, sahici benliklerinin nadir ifadesi değil miydi?
Dün gece kapı çaldığında, Burçak açık pencereden yatağına süzülen hafif rüzgar eşliğinde uyuyordu. Sinan’ın saçlarından leş gibi sigara kokusu geliyordu ve dudaklarında viski tadı. Burçak gece hayatından elini ayağını çektiğinden beri sigaraya da sarhoşluğa da tahammül edemez olmuştu. Sinan kapının eşiğinde onu öperken pişman oldu onu çağırdığına. Tertemiz yatağında Sinan. Şimdi evde sigara içmek de isteyecek bu kesin.
Burçak’ın uykusunda dağılmış saçlarını aralayıp yüzüne bakan Sinan onun pişmanlığını sezdi mi? Yok canım, sarhoş belli ki. Burçak’ın beline sardığı bir elini çekmeden, diğer eli ile kapıyı kapatıp, yüzünü öpe öpe onu yatak odasına kadar yürüttü, tek kelime etmesine izin vermeden yatağa indirdi.
Burçak kıkırdamak ve inlemek arasında gidip gelirken yumuşadı, bir insana direnmeden, onu olduğu gibi içine almanın özgürlüğüne gömüldü. Temiz çarşaflarına doğru Sinan’ı çekip buram buram gece hayatı kokan boynuna yüzünü gömdü, bir gecelik teslim oldu.

I Just Called To Say I love You


Lisede giydiğimkinden bile kısa bir eteğin altından çıkan çıplak bacaklarımla kimsenin dikkatini çekmeden yokuşu tırmandım ve en sevdiğim Kallidromiou sokağına vardım.
Lise son sınıfta haftada bir müdür beyin odasına çağrılırdım eteğimin boyu ile ilgili bir konuşma dinlemek için. Eteği Shirley Valentine filmini gördükten sonra Yasemin’in annesine diktirmiştik ikimize bir örnek. 7. Sınıftan beri nedendir bilmem bana kıl olan bir arkadaşım okulun ilk günü, daha bayrak töreni bile başlamamışken, ‘’yaşatmazlar kızım seni o etekle bu okulda’’ diye tıslamıştı. Şimdi üstümde olan etek daha da kısa ve Atina’da kimsenin canını sıkmıyor altından çıkan bacaklarım. Masalar kaldırımlara taşmış, kapılar bacalar açılmış, Atinalılar iç mekan sigara yasağına hala alışamamış.
Dışarıdaki masalardan birinin boş olduğunu görünce koşar adım buraya vardım, defter, kitap, kahve, kuruvasan yayıldım. Beş dakika sonra pek hoş bir kadın yaklaştı, masayı paylaşmamızı önerdi. İsmi Antigoni . Laptoplarımızın sırtlarını birbirine dayadık, yazıyoruz.
Geçenlerde yazdığım Kapı Açık başlıklı yazıya gelen yorumların ardı arkası kesilmedi. Özellikle öğrencilerimden. En çok da kapıyı gelsinler diye açık tuttuğum öğrencilerimden geldi yorumlar. Dolayısıyla bu yazıyı SİZİ SEVİYORUM demek için yazıyorum.
I just called to say I love you yani.
Tastamam böyle.
Kapıyı gösterdiklerim dahil, karşıma çıkmış ve kalmış veya kaçmış öğrencilerim: Hepinizi seviyorum.
Kızdığım, bağırdığım, cezaya kaldırdığım, cevapsız, selamsız-sabahsız bıraktığım öğrenciler:
Topunuzu seviyorum!
Bu bir önkoşul olarak biline.
Buna mukabil Kapı Açık’da yazılanların bir harfinden bile vazgeçmiyorum. Hatta bu yazıyı yazıyorum ki Kapı Açık biraz daha pekişsin. Bastırsın diye üzerine tatlı diye düşünün.
Onaylanma ihtiyacından başlayalım. Sosyal onay. Varlığımıza istenen onay. Kuraldışı yayınlarından çıkan Özsaygı adlı kitapta Saim Koç ve Nil Gün bu onay ihtiyacını iyice anlatıyorlar. Diyolar ki "özsevgisi gelişmemiş insanlar onay dilenciliği ile yaşamlarını sürdürürler...Özsevgimiz yeterince gelişmemişse onay almayan davranışlarımız karşısında varlığımızın rededildiği hissine kapılırız...Bize yöneltilen her eleştiri sevilmediğimizin bir kanıtı olur ". (Özsaygı. Saim Koç ve Nil Gün, Kuraldışı Yayınları, 2006. Sf. 83-85)
Kapı Açık’da öğrencilerimi eleştirdim. Sadece öğrencilerimi değil, yoga yapıyorum ayağına kendi bildiğini okuyan herkesi eleştirdim. Eğer özsevginiz gelişmemişse bu eleştiri sevilmediğinizin bir kanıtı olarak karşınıza çıkmıştır. Kendinizi yeterince seviyor ve değerli olduğunuzu düşünüyorsanız, eleştirilen davranışı değiştirmeye yönelmişsinizdir.
Özsaygı kitabının büyük bir kısmında nasıl kendimizi sevemediğimiz ve dolayısı ile başkalarına verecek de sevgiden de yoksun oluşumuzdan söz ediliyor. Özsevgi hayatımızın ilk altı yılında anne babamızdan aldığımız sevgi ile doğrudan ilişkili. Özellikle de iki yaşımıza kadar annemizin bizimle kurduğu ilişki ile. Ana babamızın bizimle (kendileri ile) kurdukları yaralı ilişkilerden dolayı belki kendimizi sevmeyi öğrenemiyoruz. Bir çoğumuzda mevcut bir durum bu. En ‘’normal’’ anne babalar tarafından büyütülmüş olsak bile onların yaralarını, korkularını ve alışkanlıklarını bir şekilde bünyemize çekmiş oluyoruz.
Bu yaştan sonra yapmamız gereken de dönüp dönüp onları suçlamak değil, kendi kendimize analık babalık edip, özsevgimizi geliştirmek.
Yani benim sizi sevmem yetmez. Sevilmeye layık olduğunuzu benden duymanız ızdırabınızı dindirmez. Çünkü sizi esas sevecek kişi yine sizsinizdir. Hoca da koca da sevgisinden mahrum kaldığınız ana-babanın yerine geçemez çünkü.
Ben de bu ızdıraptan muaf değilim bu arada. Daha geçen sonbahar hocamın bir eleştirisi karşısında un ufak olan ve hayatı askıya almaya (ingilizcesi sebatical), bir daha bir satır yazmayıp bir saat bile ders vermemeye and içen de benim. Oysa hocam ateşli eleştirisini yüzüme püskürttüğü günün ertesinde cümlemize konuşurken demişti ki: "benim tepkim ile vaktinizi, enerjinizi harcamayın. (Alt yazı: kendinizi beni sevdirmeye uğraşmayın) Benden gelen öğretiye kulak verin. Benimle olan ilişkinize çok önem vermeyin".
Ama biz toy öğrenciler hocalarımızı boş veremiyoruz.  Hoca bizi sevsin çok önemli bir mevzuu. Ve ben şimdi buradaki hoca koltuğumdan bakıp da görüyorum ki öğrenci zaten seviliyor. Evlat gibi oluyor. Yaptıklarına kızıyorsun ama sevmekten vazgeçmiyorsun. En fazla potansiyeli olana en çok kızıyorsun.
Hoca-öğrenci ilişkisi, aynı karı-koca ilişkisi gibi varolan BÜTÜN ilişki kalıplarımıza ışık tutuyor aslında. Hocanız sizi onaylasın diye yanıp tutuşuyorsanız, bunu önem verdiğiniz HER İNSAN’dan bekliyorsunuz. Ve hatta önem verdiğiniz insanlar bazı davranışlarınızı onaylamayınca sevilmediğinizi düşünüyor olabilirsiniz. Otorite ve güç merkezinden (bu hoca, patron, ana-baba, hayran olunan bir insan, karı-koca olabilir) onay gelmedikçe varlığınızı tehtid altında hissediyor musunuz?
Ben sizi seviyorum.
Siz kendinizi seviyor musunuz?
Kimseyi kendimizden fazla sevme yetimiz yok çünkü...

Foto: Kokia Sparis

KAPI AÇIK


Shadow Yoga serilerini öğretmeye başladıktan sonra şu soruyu sık sık duyar oldum:
Biz bu prelüdleri (shadow sisteminin ayakta yapılan hareket serileri) olduğu gibi yapmak zorunda mıyız, yoksa araya içimizden gelen bir şeyler koyabilir miyiz?
Bu sorunun cevabı: Prelüdleri olduğu gibi sırasını değiştirmeden, arasına, başına sonuna başka bir şey eklemeden ve aradan bir şey çıkarmadan olduğu gibi yapmak zorundasınız.
Evet.
Bazı öğrenciler isyan etmeye pek meyilliler. Serileri ezberlememek, hareketlerin isimlerini öğrenmemek, evde kendi başlarına çalışmamak için bin dereden su getiriyorlar. Onlara tavsiyem:
Kapı açık, arkanı dön ve çık!  Sizin hocanız ben değilim.
Ben Yoga’yı  bir sevda hadisesi olarka görüyorum ve bu bakış açısından derslerimi veriyorum. Nasıl bir insana sevdalandığımızda günümüzün akışını, bazen işimizi, bazen yaşadığımız şehri, ülkeyi sevgiliye göre değiştiriyoruz işte yogaya sevdalanan öğrenciden de ben bunu bekliyorum. Nasıl ki o sevgilinin ilgilendiği konuları araştırıyor, dikkatini çekecek şeyleri öğreniyoruz, nasıl ki o konuşurken kıpırdanmalarımızı bir yana bırakıyor, gözünün içine bakıyoruz, işte ben öğrencilerimden bu dikkati bekliyorum.
Krişnamurti, “sevda dikkat etmektir” demiş.
Dönüşüm ancak sevda yoluyla gelir çünkü.
Herkesin bir hikayesi var. Herkesin hayatta baş etmek zorunda olduğu sınırlamaları var. Kendi bedenleri,  hastalıkları, işleri, eşleri, çocukları benim derslerime gelmelerini engelliyor olabilir. Öğrencilerimden beklediğim benimle çalışmak istiyorlarsa yogaya öncelik verecek şekilde hayatlarını yeniden düzenlemeleri. Çünkü biliyorum ki ben hersabah yoga dersi değil de 500 dolar veriyor olsaydım gelenlere, herkes çocuğunu, patronunu, uykusunu ayarlayıp 7:30'da kapımda belirecekti. Bu bir önem, öncelik meselesi.
Dönüşüm, hikayelerimizi yeniden yazdığımız zaman gelir.
Bu kadar basit.
Çok sertmişim, biraz esnek olamaz mıymışım? Öğrencilerimi müşteri olarak görmediğim için onları elimde tutmak, onları hoş tutmak gibi bir derdim de yok. Ha bu arada.. Sonuna kadar esneyebilirim. Kendi hocamla çalışmak için ama. Hocamın yanında çalışacağım dönemlerde işimi, eşimi, düğünü derneği bir kenara bırakıp hayatı oraya doğru akıtmak benim ödevim. Bildiğim sınırları zorlamazsam, ötesini bilmek asla kısmet olmaz.
Ben Krişnamurti'nin sözlerne bir de 'sevda sevgiliye enerji, kaynak ve zaman ayırmaktır’ı ekleyeceğim.
Bazı yogayı insanlar kendi hikayelerini yeniden yeniden yeniden yazmak için kullanıyorlar. Bunlar çoğunlukla ilgi açlığı çeken ve kendilerine imtiyaz  tanınmasını isteyenler. Ben filanca sebepten ötürü derslere 20 dakika geç girebilir miyim, diye soranlar mesela. Ya da iki hafta ortadan kaybolup bir sabah aniden hiç bir şey olmamış gibi ortaya çıkanlar. Kendi kendilerine sınıf atlatıp, bir sonraki seviye dersinde belirenler. Benden onlara analık babalık yapmamı bekleyenler. Her mevzudaki  fikirlerini bana eposta olarak sunanlar. Ya da işte başta sözünü ettiğim serileri içlerinden geldiği gibi yeniden yorumlamak isteyenler!
Bütün ustalık gerektiren sanat/zanaatlarda olduğu gibi yoganın formasyon yıllarında da tekrar tekrar tekrar egzersiz gerekiyor. Hareketler varolan yapının (fiziksel-enerjisel ve zihinsel) kırılması ve yeniden yapılandırması için tasarlanmış. Bu süreci “içinizden geldiği gibi” yaşarsanız, yine yeniden kendi hikayeleriniz içinde döner durursunuz. Çünkü Robert Svaboda hocamızın da belirttiği üzere, bugün pek azımız kalbimizin sesini duyma yeteneğine sahip. İçimiz diye duyduğumuz şey aslında zihnimiz. Ve zihin daima kendini iyi hissetmeye, zevke doğru yöneltir bizi. Dolayısıyla içinize bırakırsanız yogayı, zihin onu kendi labirentlerinde yolculuğa çıkartıp, turu başladığı noktada bitirecektir.
Formasyon yılları bitip de öğrenci çıraklığa, oradan ustalığa doğru yol alırken, iç rüzgarlar düzgün eser, zihin durulur, bütün yapı yeniden inşa edilirken elbette  yaratıcılık  başlayacak. Ama bu yıllar yıllar yıllar ve belki nice yaşamlar sonunda olacak.
Bugün yoga öğrencileri yoganın özü ile hiç örtüşmeyen bir hırs içindeler. Bu hırsları yogayı ne kadar anlamadıklarını açığa çıkarıyor aslında. Bir an önce sınıf/seviye atlamak gibi bir dertleri var. Oysa ki benim 1. Seviye derslerimde öğrettiklerimin bile işlemeye başlaması için aradan 3 ila 6 ay geçmesi gerekiyor. Ondan sonra 2. Seviye. Yine bir altı ay. Tek bir seri.  Bu süre içinde her gün her gün tekrar edilmesi gerekiyor.
200 veya 500 saatlik değil, ömürlük bir eğitim bu.
Kimin sabrı yeter?
Kapımız onlara açık!

SABIR

Tuesday, March 1, 2011

Dev Levrekler de İncinir



Kayınpeder anlatıyor: Çocukluğunun yaz tatillerini geçirdiği küçük Ege kasabası Limni’de iskelenin altından dev levrekler geçermiş. O kadar büyükmüş ki bu levrekler ancak iskelenin demirlerine yuvalanmış sıçanlarla doyururlarmış karınlarını. Sıçan bulmak için gelirlermiş zaten kıyıya.

Tahta iskelenin kıyısından denize ayaklarını sallandırmış oturan çocuk Pavlos’u tasavvur ettim. Deniz masmavi ve dibi görünüyor. Dev levreklerden kaçan küçük balık sürülerinin telaşlı geçişi, güneşin sularda dans eden işveli ışığı, çamların denize düşen yeşili bir bir gözlerimin önünde canlandı. İçim cız etti. Ne kadar zaman oldu ben bir iskeleden ayaklarımı denize sarkıtmayalı?

Önce kedimiz balkondan düşerek öldü. Bir kaç aylık bir şeydi. Küçük, afacan, sevimli. Aynı çatı altında topu topu yirmi gün geçirmiş olmamıza rağmen candan bağlanmışız ona. Arkasından dedik ki, kediciğimizin bizi kapıda karşıladığı, perdelerle savaşıp güldürdüğü o yirmi gün ne kadar değerli imiş meğer. Bilemedik.

Ölüm hakkında pek bir şey bilmeyiz ya zaten. O yokmuş gibi yaşarız. Ve işte ölümün varlığını farkettiğimiz o kısacık anda hakikat gözlerimizin önünde yandı söndü: Aldığımız her soluk bize verilmiş süre kredisinden çekilmekte. Her an, her soluk sonlu olduğu için değerli.

Bu gerçeği unutup, yine hayatın hay huyuna kaptırıyorduk ki kendimizi, bir dostumuzun ölüm haberi geldi uzak diyarlardan. Trafik kazası. “Tam da yepyeni bir hayata adım atacakken” dedik. “En beklenmedik zamanda. Hayat nasıl böyle acımasız olabilir?” diye ağladık. Cenazesinde konuşan imam hakikati hatırlattı usulca: zamansız ölüm yoktur, her kul yeryüzündeki vaktini, görevini tamamladığında aramızdan ayrılacaktır.

O konuşurken aklıma düşünceler üşüştü: Hakikat bu âlemden, günlük hayat kafalarımız ile anlayacağımız bir şey değil. Başka âlemlerden buraya bakınca, yaşadıklarımız belki de bir rüya kadar absürd ve gerçekdışı görünüyor. Rüyayı yaşarken nasıl gerçekmiş gibi hissediyoruz, uyanınca ciddiye bile almıyoruz.
Ne belli, belki hayat ve ölüm ilişkisi de rüya-uyanıklık ilişkisi gibi bir şeydir. Bu düşünceleri aklıma koyan sen misin merhum dostum? Biz seni öte âlemlere geçirirken sen bize hakikati mi anlatıyorsun? Bedeni toprağa indirilirken dudaklarımda minik bir tebessüm ile ona veda ettim.

Ölümsüz hayatın değeri var mı? Vaktimiz dolduğunda öleceğimizi aklımızdan çıkarıp yaşadığımız her an hayatın ne değerli bir şey olduğunu da unutuyoruz aslında.

İncinebilirlik (ing: vulnerability) üzerine bir konuşma dinledim geçen gün. Esas cesaretin incinebilirliğin kabulünde olduğunundan söz ediliyordu. İncinebiliriz, kırılabilir, yaralanabiliriz. İnsan tabiatında bunların hepsi var. Cesaret bu olasıklıkları bilerek, göze alarak harekete geçmek. Beni hiçbir şey incitemez, kıramaz, yaralayamaz diye düşünmek hem bir ilüzyon hem de insanı yeni tecrübelere karşı kısıtlayan bir şey aslında. Kırılganlık ölüm kadar insanın ve hayatın parçası.

Aynı konuşmada kırılgan tabiatlarını kabul edemeyen insanların duygusal ve fiziksel olarak incindiklerinde hemen acıyı uyuşturma yoluna gittiklerinden de bahsediliyordu. Alkol, uyuşturucu, ağrı kesici, şeker ve antidepresanlar sadece rahatsızlığı uyuşturmakla kalmıyor, aynı zamanda her insanın incinebilir bir tabiatı olduğu gerçeğini de gölgeliyor.

Çok gençtik. Bir başka dostumuzu yine bir kazaya kurban vermiştik. Acıdan sesi boğazına takılmış sevgilisine eczaneden sakinleştirici alalım diye konuşuyorduk. Kabul etmemişti. Bütün gençliği ve acısına rağmen, kederi sonuna kadar yaşamak istediğini söylemişti bize.

Rahatsızlığımızı uyuşturduğumuz zaman bütün duyguları uyuştuyoruz aslında. Acı, keder ve hüzün ile beraber neşe, keyif, mutluluk ve sevgi de uyuşuyor. Uyuşturucu maddeler şunları uyuşturalım ama bunlara dokunmayalım mantığı ile işlemiyor. Dolayısı ile incinebilir tabiatımızı görmemek için zihnimizi uyuşturunca, insan tabiatımızın tamamını iptal etmiş oluyoruz.

Ölüm, karanlık yüzü ile bize ışığın yönünü gösteriyor. Bütün canlılar hayatın sundukları karşısında kırılgan. Canımızı bedenimize bağlayan o pamuk ipliği, kaza, tabii felaket, hastalık veya aşırı kullanmadan dolayı günü geldiğinde kopacak. Bu gerçeği, incinebilir tabiatımızı unutmuş bir halde, hay huy içinde yaşamaya devam ederken ölüyoruz aslında.

Ölüm bilinci olmayan insanın hayata hakkını vererek yaşaması ne mümkün!

Ege’ye doğru yol almalı şimdi. Tahta bir iskeleden ayakları suya sarkıtmalı ve denizin dibine bakışlarla dalmalı. Kimbilir belki de geçiverir önden telaşlı bir balık sürüsü ve ardından da bir dev levrek.

Hayırlısı ne ise onu öyle kabul etmeli…

NOT:

Bu yazının ilk kopyasını okuyan Burcu, Ramesh Balsekar’ın yorumladığı ve kendisinin tercüme ettiği Bhagavad Gita’dan bir bölümünü bana gönderdi. Ölüm hakkındaki düşüncelerimle pek güzel örtüşen bu pasajı burada sizinle paylaşıyorum:

Bölüm II/ 28

Varlıklar, doğumlarından önce duyularla algılanamazlar. Doğum ile ölüm arasındaki süreçte duyularla algılanabilirler. Ölüm sonucunda yeniden algılanamaz hâle geçerler. Bu doğal süreç sırasında ızdırap çekmeye ne gerek vardır?

Rüyada görülen kişiler ve olaylar rüya başlamadan önce yoktular ve rüya bittiğinde de kaybolup gidecekler. Bu esnada hiç kimse ızdırap çekmiyor da neden adına yaşam denen, uyanıkken gördüğümüz bu rüyada benzer bir durum bize ızdırap veriyor? Bu bölümde anlatılmak istenen de bu gibi görünüyor.
Duyularla algılanamayanın durgun enerjisi, görünen evrene doğru harekete geçtiğinde görünür bir biçimde varlık bulur. Açığa çıkan enerji, milyarlarca yıl sonra kendini tükettiğinde – yeniden aktif olana kadar – duyularla algılanamayan durgun enerjiye indirgenir. Bu, muhakeme yeteneği olan bir kişinin alakadar olmaması gereken doğal bir süreçtir.

Kaynak: Bhagavad Gita,
Yorumlayan: Ramesh Balsekar
İngilizceden tercüme: Burcu Çelebi Öziş

Friday, February 11, 2011

Memleketimdem İnsan Manzaraları



İnsanın memleketin havasına suyuna alışması için kırk gün kırk gece geçmesi lazım gelirmiş. Benim de memleketteki 40. gecem güne bağlandı. Düşman çatlatan İstanbul kışında yine pırıl prıl bir gün, yine evde oturasım yok. Dersten sonra sürdüm atımı Bebek’e. 

Foto: Kokia Sparis
Romantik bir hayalim vardı: denize karşı oturup Memleketimden İnsan Manzaralarını okuyacaktım. Nazım Hikmet’in enfes bir dil, gözlem ve espri anlayışı ile yazdığı muazzam eseri.  Ne kadar okusam da doymuyorum, hep yanımda gezdiriyorum. Zaten eski basım, De Yayınevi 1967 haziranında basmış. Sayfalarını bıçak ile açmam gerekti. Dört cilde ayırmışlar, tek cilt incecik, hafifcecik bir şey, yan cebime sığıyor.

Çantamın bir gözümde Memleketimden İnsan Manzaraları, diğerinde Ejderha Dövmeli Kız sevdiğim bir kafenin yolunu tuttum. Bebek’de geçen sene açılan bir kafe. Hem yemekleri çok güzel (baleden arkadaşım aşçısı diye söylemiyorum) hem de en önünde oturmaya bayıldığım saklı bir köşesi var ki denize sıfır. İkindi vakti gittiğimde içerisi sessiz sakin, benim gibi okuyan yazan ya da fısır fısır konuşan insanlarla dolu olduğu için de seviyorum. Piyasacılar genelde sokak tarafında dışarıda oturuyorlar.

Ve fakat bugün bu işte bir iş olduğunu daha caminin oradaki otoparka geldiğimde farkettim. ''Üzgünüz Dolu'' yazıyordu girişinde. Yıllardır beni olmasa bile Daihatsu'yu tanıyan otoparkçılar çaresiz bir ifade ile yüzüme baktılar. Çaresiz olabilirler ama üzgün olmadıklarına eminim. İçerisi porscheler, ferrrariler, bmwler, mercedeler ve pek tabii  gıcır gıcır SUV cipden geçilmiyor. Anlaşıldı: Külüstür atım ve ben bugün içeri alınmıyacağız.

Kafeye adımımı atar atmaz işin rengi belli oldu. Ortadaki koca masa dolmuş. Ama nasıl dolmuş? Arada sırada Nişantaşı'nda tekli veya ikili gruplar halinde rasgeldiğim kadın tipi masayı silme doldurmuş. Tekli ve ikili gruplar halinde gördüğümde hiç de tehtit unsuru olarak görmediğim bu kadın tipi bir araya geldiğinde dehşetengiz bir cemaat oluşturuyormuş meğer!

Yılmadım. 

Birbiri ile yarışarak yükselen kahkahaların arasından sıyrılarak onların arkasında kalan köşeme vardım. Karşı köşede genç bir adam, kaderine boyun eğmiş bir ifade ile bilgisayarına gömülmüş. Beni başı ile kibarca selamlarken aynı kaderi paylaşacağımızın mesajını veriyormuş, o sırada anlamadım ben tabii.

Biraz şaşkın komşu masamı seyrettim. Kendimi şu aralar hayran olduğum kadın Lisbeth Salender kadar içe kapanık ve asosyal (ve kendi kendime Lisbeth’i anımsattığım için de iyi) hissederek botokstan mı neden ifadelerini çözemediğim yüzlere, rengarek topuklu pabuçlara, kabarık veya bukleli hoş saçlara, ışığını yitimiş ciltlerdeki kaliteli makyaja, hafif tombul gıgılara utanmadan ve çekinmeden uzun uzun baktım. Kimse umursamadı. Bir ihtimal ben görünmez idim onların açısından bakınca. Birbirlerini bastırmak istercesine yükselen ses tonlarına ve yadırgamadan edemediğim tonlamalarına,  istinye park, çok kilo aldım, ay ama pastanın bir tadına bak bari, ben malımı bilirim, sadece bizbize oluruz, senin doğumgününü de Bodrum’da kutlarız, ay 35 değil 18 ayol,  laflarına –ister istemez- kulak kabarttım. "Bunlar da benim memleketimden insan manzaraları işte" diye düşündüm. Ben de Nazım Hikmet usta gibi kendi yargılamı katmadan onların insan oluşu nasıl yaşadıklarını yazabilir miyim diye denedim. 

Yazdıklarımı beğenmedim. Okuyayım ben bari dedim: 

Sekiz yaşında yetim kaldı Bayan Emine.
Şimdi otuz yaşındadır.
Kalın bacaklı, kocaman sarkık memeli, göbekli bir kadın.
Fakat bu hantal, harap gövdenin üzerinde
ipek gibi ince bir yüzü vardı: 
              onuncu asır Acem nakışlarında gördüğümüz,
Dede’nin nısfiyesinde nağmeleşen,
bize divan şiirinin anlattığı bir yüz...

Kaptırmış kıkırdıyordum Bayan Emine’nin söylediklerine:

            Hüsnü Çavuşla on beş yıl, bayan hemşire,
kalmadı gezmediğimiz yer.
Karadeniz’de içinde Lazların,
şarkta Kürtlerin arasında.
Kürtlere kuyruklu derler
yalan.
Kuyrukları yok.
Yalnız çok asi, çok fakir insanlar
Zenginleri de var
ama az,
beyleri...

Birden gözümün önünde bir flaş patladı. Mavi Orman? Koca bir popo aklımı başıma getiriverdi. ....cığım diye seslenilen bir fotoğrafçı süpriz doğumgünü partisinin sahibi Birşey hanımı karşıma geçirmiş, poposunu da burnuma dayamış deklanşöre basıyor. Ne benden , ne de karşımda oturan kibar beyefendiden izin istenmiş. ....cığımın adım adım gerileyen poposu amerikanomu Mac Pro’mun üzerine dökmek üzere. Sehpayı tehlike mahalinden çektiğimi gören Birşey hanım verdiği rahatsızlıktan hiç mi hiç rahatsız olmadan kocaman gülümsüyor. Kibar beyefendiye bir tebessüm ettim, bana yüzünde çaresiz bir ifade ile baktı.

Meğer ben olacaklardan habersiz imişim. 

Birşey Hanım’ın ardından diğer hanımlar tekli, ikili, üçlü gruplar halinde ....çığım’ın karşısına geçtiler. Nasıl pozlar, nasıl pozlar. Koydum Nazım Hikmet'i kenara, Şamdan’ı live olarak yaşıyorum. O da bir stil, o da bir uzmanlık alanı. Sosyetik poz. Ne moda çekimine benzer, ne yoga çekimine...Her işinin ehline hayran olduğum gibi karşımdaki kadınlara da hayran olmadan edemiyorum. Her fotoğraftan sonra makineyi ...çığımın elinden kapıp, adamı yeniden yönlendiriyorlar. Sanat yönetmenliği de var.

Bazı insanları sevmek ne kadar zor, sinir olmak ne kadar kolay. Nazım Hikmet insanlar hakkında bir karara varma ihtiyacı duymaksızın nasıl güzel anlatıyor insanları. İşte bilgelik böyle bir şey. Kendi kafamızdaki hikayeden çıkıp da esas hikayeyi görmek. Değerli hocamız Nilüfer Göle bize bir defa ‘’tiki’’yi tanımlama ödevi vermişti. Ben, parlak öğrenci, yüzümü buruştura buruştura ‘’saçları jöleli, sosyete kantinin önünde takılır, her mevsim solaryum kahverengisi bir suratla dolaşır’’diye hemen atlamıştım. Nilüfer hanım dinlememişti bile beni. Benim ardımdan Volkan Dede sakin bir sesle tek bir şahsi yargı sözü barındırmayan öyle bir tiki tanımı yapmıştı ki bana başımı önüme eğmek düşmüştü. Utançtan çok saygıdan.

Neyse uzun lafın kısası, karşımda kıpır kıpır mavi boğaz, elimde Nazım Hikmet, 40 gün 40 gecedir memleketimden insan manzaralarına alışmaya çalışıyorum.


Tuesday, January 25, 2011

Mavi Orman adlı kitabım ÇIKTI!!!!




Büyüklüğüme Mektuplar
Çocukken bizim eve misafir geldiğinde, annem muhakkak onun beni görmesini isterdi. Böyle zamanlarda, dış dünyaya kapalı odamın hafif aralık kapısından önce bir baş uzanır, sonra misafirin kendisi, ne yapacağını bilmez bir halde, belli ki pek istenmediği o dünyaya adımını atardı. Ben oyunum kesintiye uğradığı için sıkkın, misafir sıkıldığımı gizlemediğim için çaresiz, karşılıklı öylece dururduk. Oysa bilirdim ki beni doğal ortamımda izlemek ister misafir. Ne duydu ise hakkımda, kendi gözüyle görmek ister. Ne var ki odada bir başkası varken (o başkası bir çocuk bile olsa) kendi dünyama dönmenin yolunu bilmediğimden, sıkıntılı sessizlik uzar da uzardı. Sonunda annemin misafir arkadaşı olmadık bir adım atarak kendini benim dünyama katmaya kalkışır ve varlığıyla kesintiye uğrattığı etkinliğin ne olduğunu araştırmaya başlardı. İşte o zaman gözleri ya kara tahta karşısına sıra sıra dizilmiş bebeklerime ya da masamdaki tükenmez kalemle  çiziktirilmiş saman kâğıtlara kayardı. Zaruri ziyaretini noktalamak için fırsattı anneme seslenmesi belki:

“Ah canım! Nilüfeeeer… yazar olacak bu senin kızın!” ya da
“Bak bak şu sıralara dizilmiş bebeklere... Annen gibi ö
ğretmen olucan di mi kız?”



DEVAMI VE DAHASI ŞUBAT 2011'de KURALDIŞI YAYINEVİNDEN ÇIKACAK OLAN MAVİ ORMAN ADLI KİTABIMDA....Başucunuzdan hiç eksilmez inşallah! 



Defne Suman

Saturday, January 8, 2011

Saadet Şükrü'nün Kitaplığı



Yere boylu boyunca yattım. Oda duvardan duvara tertemiz halı ile kaplı. Sırt üstü dönüp tavandaki ayrıntıları hatırladım. Çocukken de sırt üstü yatar tavanı seyre dalardım. Kapım hep kapalı dururdu. Şimdi de kapalı. Ayağa kalktığım seyrek idi. Odamda ben hep emekleyerek dolanırdım.

Burası benim çocukluk odam. Dokuz yaşına kadar bu odada yaşadım. Sonraki yıllarda içinde başkaları kaldı. Şimdi yeniden bana döndü. Sadece bu oda değil bütün daire benim oldu. Ben yine de en çok kendi odamda oturmayı seviyorum. Oturmaktan çok yere boylu boyunca uzanıyorum. Hayal kuruyorum. Yazarlık hayalleri. Başarı, tatmin, uzak adalara seyahat, yakın adalara yerleşme hayalleri.

Etrafım kitaplar ve defterlerle çevrelenmiş. Başımı çeviriyorum bir kütüphane dolusu kitap bana bakıyor. Büyük haladan bana kalan miras. Oymalı kakmalı şık kitaplığı ile birlikte içindeki kitapları da bana bıraktı Büyük Hala. Amerikan klasikleri, İtalyanca kısa hikayeler, İngiliz edebiyatı. Hepsi de ciltli, hepsi de eski.  İlk sayfasında Saadet Şükrü yazıyor. Soyadı yerine baba adı. Yıl 1925. Büyük Hala Arnavutköy Kız Kolejinde. Bu kitapları ona kim, nereden getirtmiş? Okulda mı dağıtmışlar? Hepsini okumuş mu? Artık yok ki sorayım.

Bazı günler kitaplara dalayım istiyorum. Sokağa çıkmasam, okusam okusam okusam...O günlerde sokağa çıksam da zaten hep  hikayeler görüyorum. Kara çarşaflarının içinde pırıldayan yüzlü üç genç kadın gördüm bugün Karaköy’de. Evden çıkışlarını yazdım, çarşaflarını üstlerine geçirişlerini, çoktandır planladıkları bu Cumartesi gezisinin nihayet gerçekleştiriyor olmalarının zaferini kafamda bir bir yazdım. Dördümüz yanyana durup denizin mavisini sevdik. Çarşafların ve kısa eteklerin karışmadığı bir sohbet kurguladım. Havadan, İstanbul'dan, annelerimizden, sevgililerimizden konuştuk. Karşılıklı güvensizliklerimiz iletişimde eriyip gitti.  

Foto: Konstantine Sparis
Namlı’da bir arkadaşıma rasladım. Gün batarken yeni uyanıyordu. Gecesi gündüzü bir hikaye oldu içimde. Kalabalık bir barda aradığı bir şey vardı. Bulana kadar çıkacak, gezecek. Güzel yüzünde geç gelen sabahların melankolisini okudum. Galata köprüsünde yüzlerce balıkçı vardı. Onlara bakarken balık dolu leğenlerin gidecekleri evleri, pişecekleri mutfakları, yenecekleri sofraları, inecekleri mideleri gördüm.

Çok yol yürüdük bugün. Cihangir’den Beyoğluna, oradan Tünel’e. Galata köprüsünü geçtik, geri döndük. Sevdiceğime sevdiğim şehri biraz daha anlattım. Karşıdan karşıya geçemedik tekerlekli sandalyemiz yüzünden. Halbuki Mısr Çarşı’sının arkasındaki kuşcuları, çiçekçileri gösterip çay içmek istemiştim. Dönüşte köprü ağzında oturduğu yerde uyuklayan bir çocuk gördük, yanında kafasına battaniye çekmiş de uzanmış bir büyük boyu yatıyordu. Uzaklardan geldiklerine kanaat getirdim. Bitkinliklerini hüzne yordum. İki kardeşe de bir hikaye yazdım.



Kapıyı kapadım. Sevdiceğim sormadı, alınmadı. Bilir ki benim yalnız kalma vaktim gelmiştir. Sırt üstü yattım, tavanı seyre daldım. Kitapları koklayıp, genç Saadet’in hayallerini düşündüm. Haftasonları okuldan Şişli’deki eve giderken hangi vasıtayı kullandı acaba? Özel şoför mü gelip alırdı kendisini? Arabanın markası neydi? Bu kitaplardan hangisini yanında taşıdı?

Uzatıp elimi bir tanesini kokluyorum. 20.yüzyıl kokuyor. Kitapların yüzyılı. Özlüyorum bazen geçen yüzyılı. İnterneti, facebook'da arkadaşlarımla karşılaşmayı, merak ettiğim bir konu hakkında şıp diye yüzlerce kaynağa ulaşabilmeyi, telefon etmek yerine eposta yazabilmeyi, yazdığımı anında sizlere ulaştırabilmeyi, benim sevdiğim yazarları okuyan, hayran olduğum insanlara benim kadar hayran olan başkalarının varlığını bilmeyi, kısacası 21.yüzyılın muhteşem olanaklarını seviyorum. Yine de kitapların ve mektupların yüzyılını özlediğim oluyor.

İşte o zaman, telefonumu da odamın kapısını da kapatıyorum. Çekiyorum kitaplardan bir tanesini Saadet Şükrü’nün oymalı, kakmalı kitaplığından. Adına, yazarına bile bakmadan koklaya koklaya başlıyorum okumaya. Halka halka dalgalar beni içine çekiyor. Tavandaki izler siliniyor. Bir insanın kendisini keşfi diğerine bulaşıyor, o yüzyıl, bu yüzyıl kalmıyor.

Wednesday, January 5, 2011

TOKAT gibi ZITLAŞMA

Foto: Konstatine Sparis


İstanbul’a her gelişimde yüzüme tokat gibi çarpan bir şey var: 
İnsanların zıtlaşması. 
Nasıl kanıksanmış, nasıl da alışkanlık haline gelmiş aka kara ile cevap vermek! Günlük hayatın küçük küçük adımlarında, iki laf arasında, hatta hal hatır sormalarda zıtlaşmak sanki iletişimin tabiatı.

Tayland’dan döndüğümde, altı aylık bir aradan sonra –ki ilk defa Türkiye’den bu kadar uzun süre ayrı kalıyordum- ne olduğunu anlayamadığım ama tokat etkisini hemen hissettiğim bu zıtlaşma beni ağır bir bunalıma sürüklemişti. Sonraki yıllarda da her yurda dönüşümde aynı bunalıma düşmem, ayrı iken unuttuğum zıtlaşma alışkanlığının karşıma dikilivermesinden biraz da.

Daha pasaport kontrolünde huzursuzluk başlıyor. Çifte pasaport halini sanki suçmuş gibi hissettiren bir görevli, ardından bagaj arabasını serbest bıraktıracak bozuk paramın cebimde bulunmayışını yadırgayan bir diğeri...

Evde bir başka hikaye. Yüzün sarı, saçın beyaz, kaburgaların ortada. İşte makarna-ekmek yemezsen böyle olur. Bir de etsizlik. Herkes beslenme uzmanı. O saatte kalkacaksın, bu saatte yatacaksın? 

Ya hu bırakın halime.

Eskiden yurda döndüm diye bunalıma girdiğimde, halden anlayan  eş dost derdi ki, "takma kafana, onlar seni sevdiklerinden öyle diyorlar". Ben artık buna pek de inanmıyorum. Herkesin beni sevdiğinden bir şüphem yok ama ettikleri laflar o sevgiden değil, illet olduğum zıtlaşma alışkanlığından. Ve daha acıklısı biliyorum ki aslında bütün herkes iletişim kurmaya çalışıyor. Maalesef çoğunluğun alışık olduğu iletişim tarzı zıtlaşmak, polemiğe girmek, tartışma ortamı yaratmak ülkemizde. (Örnekler için hemen televizyonunuzu açabilirsiniz, ben daha cesaret edemedim.) 

Yanımda Yunanlı bir nişanlı gezdirince şimdi, insanların zıtlaşma üzerinden kurmaya çalıştıkları iletişimi daha bir net gözlemleyebiliyorum. Nişantaşında ben arabayı park ederken, Konstantine beni City’s alışveriş merkezinin önünde bekliyor. City’s valelerinden biri o arada yaklaşıp ‘nerelisin birader’ muhabbetine giriyor. Yunanistan’ı duyar duymaz, vale, bilmediği ingilizcesi ile nasıl yapıyorsa yapıyor Kokia’ya ‘’bitti oğlum, bitti Yunanistan, beş yıla kalmaz senin ülke kaput’’ demeyi beceriyor.

Diyebilirsiniz ki aman işte şanssızlık, ona da böylesi denk gelmiş. Yakın arkadaşlarımı Kokia ile tanıştırdığımda, ilk espri olarak ‘’ege adaları bizim haa’’ diye lafa girenler var. Babam bile, tanışmalarının beşinci dakikasında, havaalanından eve giderken arabada Kıbrıs’ın işgalini haklı çıkaracak bir liste sundu Kokia’ya.

Ya hu bunun sırası mı? Ne gerek var şimdi? Ege adaları arkadaşlarımın,  Kıbrıs sorunu babamın ne kadar umurunda? İki taraf arasında iyi bir ilişki kurulmasından daha mı önemli?

Sonra bir de ‘’damat daha hala türkçe konuşmuyor mu?’’ sorusu var. Ya hu size ne? Bana kimse Yunanistan’da ne zaman Rumca konuşacağımı sormuyor. Burada iki lafın biri, ‘’eh öğrensin ama artık’’. Sanki Kokia Türkçe öğrense, Türklere yarayacak. Bu şaka yollu olarak söylense de, şakanın kişisel bir yokluğa işaret etmesi can yakıyor, ne gerek var ki diye düşündürtüyor.

Yani neyin varsa o olmasın, neyin yoksa eh artık olsun o ama.
Bekarsan,  aaa evlen ama artık. Evliysen de çocuksuz isen –hele hele bir seçim olarak çocuksuz isen- eh hadi yapın artık bir tane. Yersiz yurtsuz gezgin isen, eh sen de yerleş artık bir yere. Yerine yurduna yerleşmiş ise çık, gez dolaş biraz, pinekleme. Hep verilecek bir zıt cevap var.

Üzülerek söylüyorum ki ben böyle bir zıtlaşma pratiğini Türkiye’den başka yerde görmedim. Mağdur kişi kompleksimizden mi, jeopolitik sebeplerden mi ne, tehtid altındayız sanki biz burada hep. Aman defans, aman o vurmadan ben bir tane indireyim. Şakalarımız bile zıtlık temelli. Vallahi dünyanın başka yerlerinde zıtlaşmadan da ilişki kuruyor insanlar. Gülümseyerek, nezaket ile, hoşgörü ile, nasıl cevap yetiştirsem de üste çıksam diye düşünmeden.

Bu zıtlaşma alışkanlığımız her geldiğimde vallahi tokat gibi yüzüme çarpıyor.