yoga arıyosanız:

www.defnesumanyoga.com

Tuesday, December 1, 2009

ARKASI YARIN: YOLLAR ya da Çocukluğa Dair bir Yoga Macerası


Bölüm 1
Geçmişe Doğru

Çocukluğuma geri döndüğüm yolculukların hayatıma girdiği gün Yoga kursumun birinci haftası dolmak üzereydi. Gevşeme pozu şavasana’da kollarım ve bacaklarım iki yana açık, sırtüstü yatmış, ayak parmaklarımı bir bir hissedip gevşetmeye çabalıyorum. Vücudu serbest bırakmak, kasmaktan daha zor olabilir mi? Alt çene, yanakların içi, küçük dil, boğaz... Zorlanıyorum. Kimi organlarımı kasmaya öyle alışmışım ki serbest bırakmayı akıl edemiyorum. Kaskatı boynum ağrıyor ve nasıl serbest bırakacağımı bilmiyorum! Boğaz, boyun, omuzlar...alt çene tekrar ve yine boğaz....Uzaklardan hocamızın sesini duyuyorum. Uykuya daldığımızda bile beden gün boyunca sıkmaya alıştığı kasları bırakamıyormuş! O yüzden vücüdumuzu ince ince taramamız, kasılmaları hissetmemiz gerekiyormuş.

Nerede kalmıştık? Omuzlar, kürek kemikleri, göğüs kafesi, nefesi boşalt ve kalp...ve birden...ıslak sarı beyaz pembe taşlara üstüne basan lacivert sandaletler. Bir önceki hayatım mı yoksa? İlk haftadan reenkarnasyona dair bir ipucu yakalamış olabilir miyim? Ama bu taşlar, pembe, sarı, beyaz, pek tanıdık...bir önceki hayata ait olamayacak kadar dünyevi bir halleri var. Nerede görmüştüm ben bunları? Hep aynı yerde görmeye alıştığınız bir insanı, her gün alışveriş ettiğiniz mahalle manavını mesela, bankada sıra beklerken görünce bir türlü çıkaramazsınız ya, öyle bir his içindeyim. Lacivert sandaletlerin içindeki ayaklar da öyle. Nereden tanıyorum ben bunları? Biraz ileride asmanın altında toprak yumuşak, kızıl, buram buram. Ah! Tabi ya! Büyükada’daki evimizin bahçesi burası. Taşlar, yüzlerce kez üzerlerinde yürüdüğüm bahçe kapısından eve uzanan yolun taşları. Ayaklar, doğduğumdan beri bu bedeni her yere taşımış ve taşıyacak kendi ayaklarım. Alıştığımdan biraz daha ufaklar yalnız.

Bilmecenin devamı çorap söküğü....

Bir yaz sabahı bu. Dokuz yaşımın bir sabahı. Erken bir saat. Ben bahçede musluğun yanında duruyorum. Sabah serinliğinde hırkam üstümde değil ya, ürperiyorum. Bir şey yapmak zorunda değilim. Zamanın bir şeyler yapmadan, boşlukta sallanarak dolu dolu geçtiğini bilecek bir yaştayım henüz. Öylece duruyorum. Herkesten önce uyanmış, kapıları gıcırdatmamaya özen göstererek bahçeye inmiş, sabah saatlerine özgü olduğunu keşfettiğim ışığı, kokuları, sesleri, tenimde oynaşan taze serin havayı içime çekiyorum. Tek başımayım. Ne eksik ne fazla, tastamam tek başıma.
Yoga salonun serin zemininde sırt üstü yatan ben ile, musluğun yanında duran çocuk ben, karşılıklı duruyoruz. Hafızadan bilince akan bir görüntü değil bu. Belki paralel zamanların fakına varmak? Aradaki yıllar katlanıp çantaya giren şemsiye gibi sahneden çekilmişler. İkimiz de aynı yerdeyiz o anda... Tek başımıza ve tastamam. Çocuk ben için tanıdık, her gün gittiği bir yer. Sırtüstü yatan ben içinse o yer, koca bir köşkte girilmeye girilmeye varlığı unutulmuş bir tavanarası...
Bir taneyle kalmadı. Yoga derslerinin sürdüğü sonraki haftalarda çocukluk anları onları tıkıştırdığım çekmecelerden, dolap köşelerinden üstüme dolu dizgin yağmaya başladılar. Tek anlık karelerdi bunlar. Sadece görüntüleriyle değil, koku, ses ve hisleriyle çakıyorlardı zihnimde... Ya da ben onlara gidiyordum.
Nefes al, göğüs kafesinin arkasını genişlesin. İlkokul ikinci sınıf sabahı kaloriferler yanmadığı için annem önlüğümü elektrikli dilimin üstünde ısıtmış salonda ayakta uyumaya devam eden beni giydiriyor. Soyunmak soğuk, annem sıcak, dışarısı gri, ev yalnız.

Ayağa kalkıyoruz. Güneşe selam ederken, bir cumartesi öğleden sonrası. Okulun arka bahçesinde koyun otlatırken gördüğüm sınıf arkadaşım Nesrin (dokuz yaşından beri aklıma bir kere bile gelmemiş bir kız) ve hayatlarımızın farklılığı karşısında duyduğum hayret anı...Rüya görür gibi geçmişe dönüyorum. Görüldüğü andaki rüya kadar inandırıcı gerçekliği.

Öne katlanırken salon kapısının gıcırtısı, kimse duymadan evden kendimi dışarı, bahçeye atma telaşım ve salonda ekmek kızartan dedem. Masa ile büfe arasında gidip gelip kahvatı sofrasını hazılıyor, hafiften Vivaldi eşlik ediyor bu sabah ritüeline. Nenem geç kalkmayı sever. “Ooo! Küçük, erkencisin yine” diyor dedem. Ertesi sabah ondan da erkenci olmaya and içerek içimden, bahçeye süzülüyorum.
Arkaya katlanırken, kulaklarımda Erol Evgin çınlıyor. “Evlerin ışıkları bir bir yanarken, bendeki karanlığı gel de bana sor”... Annem üzülüyor mu bu şarkıyı dinlerken? Bizim evin ışıkları da yanmıyor sanki. Zaten Adile Naşit de bir kez olsun benim adımı saymıyor Uykudan Önce’de. Oysa ben her akşam onun karşısında yemeğimi yiyorum. Kuzucuklarından biri değilim herhalde.

Yaz akşamlarının hüzünlü ışığı. Mutfaktan gelen –nenemin pişirdiği– cızbız köftelerin kokusu. TRT’nin “saat 20:30”u haber eden tik tikleri. İçimde bir boşluk. Canım sıkılıyor. Keşke bir kardeşim olsa. Gizlice evlerine girerek alt kat komşumuzun kızının Barbie bebeklerini yürüttüğüm hırsızlık maceralarımın büyürken meğerse beni izlemiş olan utancı. Bir Renault 12’nin deri koltuklarına yapışan bacaklarımın arkasında akan terler, dalında büyüyen domatesin kokusu, mutfak penceresinden bahçeye uzatılan yeşil turuncu çiçek desenli mika bir tabaktaki tekir balıklarının kahkahası, lağım, tuz ve yosun kokulu bir kumsal, Arap ve yavruları...

Büyülenmiştim...İçimdeki çocukla yeniden buluşmak değil bu yaşadığım. Düpedüz zamanda yolculuk. Sanki birisi hayatımın her anının sadece görüntülerini değil, seslerini, kokularını, hislerini tatlarını da kaydetmişti ve ben Yoga dersleri sırasında o kayıtlara ulaşmış, çocukluğumu yeniden seyrediyordum. Nasıl oluyordu da oluyordu bu?

Anlattıklarımdan etkilenmişe benzemeyen hocam Panço açıkladı. Aslında çok basitti. Yoga, beynin günlük hayatta kullanmadığımız bölümlerini etkinleştiriyor, böylece farklı bilinç hallerini tecrübe edebiliyorduk. Ve evet, insan yaşamının her anını tüm hisleriyle kaydeden biri de vardı: Hafıza. Beynin az kullanılan bölümleri uyandıkça (beyin de aynı kaslar gibi kullanılmadıkça yumuşayıp tembelleşiyor, düzenli çalıştırılınca da potansiyeline doğru sağlam adımlarla yol alabiliyordu) hafıza da silkiniyor, dolap diplerinde sakladığı kayıtları gün yüzüne çıkarıyordu. Aynı durum Yoga çalışmaları sonrasında psişik yeteneklerini keşfeden insanlar için de geçerliydi. Zihnin çalışmaya alışmamış bölgeleri etkinleştikçe sezgiler ve telepati becerisi de güçleniyor, diğer insanların ne hissettiğini bilmek, düşüncelerini duymak kolaylaşıyordu.

Sabahları 6’da başlayan derslere düzenli olarak katılmaya başladığımdan beri benim de sezgilerim güçlenmiş, tahminlerim doğru çıkar olmuştu. Hayata dair kararları vermek bile kolaylaşmıştı. Hocam disiplinimi takdir ediyor, yeni yeteneklerimi ve paralel zamanlara yolculuk hikayelerimi ise yarım kulak dinliyordu. Kozmik yolculuklardan sarhoş, dersten çıktığım bir akşam Patanjali’nin Yoga–sutra (Yoga Özdayişleri) kitabını elime tutuşturdu. Üçüncü bölümle başlamalıymışım.

ARKASI YARIN....BİR YERE AYRILMAYIN

3 comments:

aslı said...

Ben yoga da daha çok yeniyim çocukluğumla ne zaman karşılaşırım bilmem ama onunla ilgili sorunlarımı halletmezsem ne bu günü ne yarını yaşayamayacağımı biliyorum. En basitinden bulimiyadan kurtulamayacağım sanırım... Bunları neden buraya yazdığımı da bilmiyorum aslında, yazılıarını okuyorum, uzun uzun yazıyorsun ve sanki seninde kurtulmadığın sorunlar, tamamlanmamış hesaplaşmların var gibi belki de bu yönden seni kendime yakın gördüm "hiç tanımadığım birini". Ne kadar ilginç, aynı evi paylaştığım insanlara herhangi bir şey anlatamazken, aslında ne hissettiğimi, neler yaşadığımı söyleyemezken buraya yazmak. Maceranın devamını merakla bekliyorum. Sevgiler, ASLI

Defne Suman said...

Sevgili Aslı,
En zoru yakınlarına kendini anlatmak galiba. Ben bu yazıyı anneme yazdıydım en başta. Ağzımla söyleyemediklerimi kalem söylesin bari diye...Kendimi ifade ettikçe çıkıyor sorunlar sorun olmaktan. Bir daha uğradıklarında omuz silkebiliyorum.
Yazdığın için teşekkürler.
Hep yazabilirsin.
Sevgiler,
Defne

Deniz Bağan Özoğul said...

Defne'cim, yine tanıdık bir yerden dokundun bana. Bende de çok sayıda çocukluk anısı, ya da "an"ı uyandı yoga yaparken bugüne dek. Şaşırtıcı gerçeklikte uyanışlardı her biri; yazlıkta, evde, odamda, babamla annemin bir tartışmasının ortasında, ayağıma sarılan bir ahtapotla karşılaştığım anda, anneannemin gül reçelinin tadına baktığım anda, mutfaktan çaldığım tarhanayı karınca yuvasının önüne döktüğüm o sabahta buldum kendimi katlanırken, açılırken.. ama en komiği bir paschimottanasana'da oldu. pozun ortasında neredeyse kahkahayla gülmeye başladım..
7 yaşımdayken annemin "kızım bugün deniz çok dalgalı, gitme" uyarısına aldırmayıp yüzmeye gittiğim, sonra da iskele merdiveninden çıkarken dalgayla sarsılıp sol ayağımın üstünü yardığım, ve bir pazar günü köy meydanında annemin bağıra bağıra doktor aradığı o günün anısı 8 dikişe bakakaldım. sol ayağımda kocaman bir yara izi var, benim için artık varlığını kanıksadığım, hatta unuttuğum bu ize bakarken bir paschimottanasana'da, 7 yaşında dikişli ayağıma bakarken neden hüngür hüngür ağladığımı hatırladım, ve hatta duygunun kendisini hatırladım.. "Artık ayağımın üzerinde 8 kocaman dikiş var, beni güzellik yarışmasına kabul etmeyecekler" diye ağlamıştım günlerce..:)) en eğlenceli pachimottanasanam bu olmuştu..!