yoga arıyosanız:

www.defnesumanyoga.com

Friday, December 4, 2009

ARKASI YARIN: YOLLAR ya da Çocukluğa Dair bir Yoga Macerası


BÖLÜM 4
AHAM KARA MI?

Yoganın derinliğine indikçe durmaksızın ve her an değişen bir evrende yaşadığımız gerçeği kaçınılmaz bir biçimde bilinç yüzeyine çıkıyor. Kainatın tamamı, mikro organizmasından galaksilere kadar daima hareket halinde. Bütün hareketler –hareketsizliğin kendisi dahil– dikkatle izlenince görüldüğü üzere titreşimden ibaret.

Kalp atışı bir titreşim, damarlarda akan kan ve nefesle benliğe dolan can da (prana) bir titreşim. Ses dalgaları, ışık ve katı maddeler de özüne inildiği takdirde titreşim. Dolayısıyla bütün varoluş bir titreşim akışı. Bu akışı görmezden gelme, yokmuş gibi davranma, değişime direnme hali Yoga felsefesinde avidya olarak tanımlanıyor. Avidya’nın sözlük anlamı gerçeği görememek, farkında olmamak, bilmemek veya cehalet. Patanjali’nin belirttiği üzere avidya bütün ızdırapların esas nedenidir.

Hareketsiz oturduğumuz bir saatin sonunda fark ettim ki ben de epi topu bir titreşimiden ibaretim ve her bir an içinde sonsuz defa suya düşmüş mürekkep damlası gibi usul usul boşluğa çözünüyorum. İçimde katı veya sabit bir şey yok, çünkü akışkan bir dalgayım. Bu bakımdan aslında ben sandığım yerde sabit bir şey yok. Ama ben sandığım yer boş da değil çünkü hızlı bir frekansta titreşen dalgalar geçiyor oradan. Öyleyse bir dalgayım. Hayır bir dalga da değil, dalgalar geçidiyim. Okyanusu oluşturan dalgalar. O halde okyanusun kendisiyim. (“Damlanın denize karıştığını herkes bilir, ama pek az kişi farkındadır denizin damlaya karıştığının” der Kabir. ) Oturduğum yerden geçip geçip gidiyorum. Geçiyorum, okyanusa karışan bir damlayım, çözünüp bütüne karışıyorum... Yani acaba ben ölüyor muyum?

Bu düşüncenin zihnime düşmesiyle bir saatlik sükûnetimden aşağı yuvarlanmam bir oldu. “Abhineveşa” diye açıkladı hocam daha sonra. Hayata sarılma güdüsü. En bilge kişide bile varolan kleşa (zaaf). Varoluşun devamlı akan farklı frekanstaki dalgalardan ibaret olduğu gerçeği ile karşılaşan (saniyenin binde biri bir sürede belki) zihin önce paniğe kapılıyor. Kendi yatağınızda uykuya dalıp gözlerinizi tanımadığınız bir odada açmışsınız gibi bir his. Korkuyor tabii insan. “Aslında insanın tamamı değil korkan” diye yanıtlıyor hocam. “Paniğe kapılan üst benlikle karşılaşan ahamkara’nın kendisi. Ahamkara hükmünü yitireceği yabancı diyarlardan haz etmez. O yüzden seni oradan aşağıya, bildiğin gerçekliğe çekmek için devreye girer. Kendi kendini rüyadan uyandırdığında olduğu gibi . ”

Pardon hocam, anlamadım. Neyim kara dediniz? Ahamkara?

Ahamkara, Yoga’nın temelini oluşturan Samkya felsefesinde zihnin (citta) üç bölümünden birisi olarak tanımlanıyor. Zihin, manas (içgüdüler) , ahamkara (ego/nefs) ve buddhi (zeka) bölümlerinden oluşuyor. Ahamkara’nın sözlük anlamı “ben yapıcı”. Tam karşılığı sayılmasa da, prensipte ego ya da nefs olarak düşünebiliriz.
Ahamkara, bir “ben” tanımlayıp o “ben”i muhafaza etme çabası içine daha biz iki buçuk yaşımızdayken giriyor. İki buçuk yaşından önce çocukta “ben”, “benim” gibi kavramlar olmadığı gibi (ve tam da bu nedenle) ben ve öteki ayrımı da yok. Çocukta “ben” duygusu şartlı tepkiler ve kalıplaşmış davranış biçimleri ile beliriyor. Başlarda kalıplar yumuşak ve değişime açık Yıllar içinde ahamkara güçleniyor ve kişi “ben” tanımına daha sıkı sarılmaya başlıyor. Alışkanlıktan verilen tepkiler, gerçekliği sorgulanmamış inançlar ve kökeni araştırılmamış duygular insanı yönetmeye başlıyor. Kendini ahamkara ile bir tutan insan diğerlerinden ve evrenin bütününden ayrı bir varlık olduğu yanılgısıyla yaşamını sürdürebiliyor. Yoga’da avidya, yani hakikat körlüğü olarak geçen ahamkara ile özdeşleşme hali, tatminsizlikden kısıtlanmışlık hissine, depresyondan kedere kadar bütün ızdırapların kaynağı olarak görülüyor. Mutluluğun iç dünyada değil, dışarıda bir yerde bulunacağı inancı da avidya’nın bir parçası. (Kapitalist sistemin körüklemesi ile günlük hayatlarımızın parçası haline gelen ihtiyacın üstünde tüketme arzusu, madde ve insan bağımlılığı, –varoluşu ancak zevk veya acı anlarında hissedebilme duyarsızlığından kaynaklan– hiç bitmeyen duygusal, fiziksel ve duyumsal uyarılma ihtiyacı, mutluluğun içeride değil dışarıda bulunabileceği yanılsamasına günümüzden örnekler olarak düşünülebilir. )

Ahamkara’yı benliğimizin şartlanmalardan ibaret parçası olarak düşünebiliriz. Şartlanmalar ve kompleksler çocuğun yakın ilişki içinde bulunduğu insanlar (anne baba, kardeşler, akrabalar, arkadaşlar, öğretmenler gibi) ve farklı toplumsal kurumlar (medya, devlet, okul gibi) tarafından yaratılıyor. Çocuk kendinden daha güçlü gördüğü birey ya da kurumun sevgisini, takdirini kazanmak ve onun tarafından kabul görmek (bütüne dahil edilme) güdüsü ile içinde yaşadığı ailenin ve kültürün egemen değelerini içselleştirme sürecine giriyor. Bu değerler toplumsal yapıdan, okul disiplinine, arkadaşlık kurallarından ve annenin doğrularına kadar uzanan bir yelpaze olarak düşünülebilir. Çocuğun kendini görüş biçimi, yani ahamkara, kendinden güçlü kişi ve kurumların değerleri ve doğruları biçimleniyor.
Yani anladım ki, bu yaşıma kadar kendim sandığım, dahası müdafa ve muhafaza etmek için çılgınca çabaladığım “ben” varlığımın minik bir parçasıymış! Ahamkara’ymış.

Kalıplarmış, alışkanlıklarmış... Beni ben yaptığını sandığım düşünce ve davranışlarımın arkasında aslında yıllar içinde katman katman biriktirdiğim korkularım, güvensizliklerim, üzüntülerim, utançlarım, kendimi yetersiz sanmalarım, onaylanma ihtiyacım, sevgi ve arzulanma açlığım yatar durumuş!
Katmanlar ben çok küçükken birikmeye başlamış. Farkettim ki bu şartlanma çekirdeği yıllar içinde duyulan endişe, stres ve korkularla güçlenmiş, aynı kalıp arkadaşlık ve aşk ilişkilerinde farklı görünümlerle ortaya çıkıp yine çözülmeden, hatta katmerlenerek yoluna devam etmiş. Şimdi Yoga yardımı ile ilk kez ahamkara’nın hükmünden kurtulup “ben”i serbest bıraktığımdan içimde birikmiş duygular, anılar, kokular ve tatlar sıkıştıkları katmanların arasından dökülüyormuş.

Boşuna değilmiş yani her dersin sonunda yaşlarımın yanaklarımdan sicim sicim inmesi.

Evet, son zamanlarda dersin bitiminde meditasyon yaparken ağlamaya başlamıştım. Gerçi o halimi ağlamak olarak algılamak doğru olur mu bilmiyorum. Canım yanmıyor, kalbim sıkışmıyor, sadece anılar canlanıyor ve gözlerimden yaşlar akıyor. “Sakın ola, o yaşlara bir hikaye uydurmaya çalışma” dedi hocam. Ağlaman meditasyonun sonucu bir duygu boşalması. Başka da anlamları yok. Ama zihin seni mazlum kişi olarak baş role koyacağı bir hikaye uydurmak isteyecektir hemen. Oyununa gelme. Gönül gözün daha büyük bir gerçekliğe açılıyor sadece. O kadar”.

Ama ben geliyorum oyuna. Kendime acıyorum. Bana acı vermiş insanlara kızıyorum. Bana acı verenin kendim değil, diğer insanlar olduğuna inanıyorum. Günlerimi ağlayarak ya da hayatıma girmiş herkese ateş püskürerek geçiriyorum. Kızgınım. İçimdeki öfke kazanının kapağı açılmış, fokur fokur öfke taşıyor. Yılanın zehirini emip çıkarırcasına atıyorum içimde biriktirdiklerimi. Temizlik kolay iş değil. Farketmediğim halde hayatımın her anını belirleyen eski izleri keşfedip şaşırıyorum. Hep orada benimle yaşamış korkuları nasıl da unutmuşum? Aptal zannedileceğim diye korkardım çocukken. Hâlâ korkuyorum. Öyle korkuyorum ki merak ettiğim soruların yarısını gerisin geri yutuyorum. Kaybolunca yolumu bile soramıyorum. Alışmışım onunla yaşamaya. Ruhumda üzüntü, endişe ve utanç yaratan durumların bu korkunun sonucu olduğunun farkında bile değilim. Aman, aptal sanmasınlar beni. Soruları sormasam da olur.

Okulda başarılı olmam gerek. Annem utanmasın benden diye. Beni sevsin diye. Artık annemin benimle gurur duyduğunu bildiğim bir yaştayım. Çok okullar bitirdim. Hâlâ onu utandırmaktan ve sevgisini yitirmekten korkuyorum. Başarısızlıklarımı saklıyorum. Asanalardan birini yapamıyorsam, önümdeki öğrencinin arkasına gizleniyorum. Hoca beni görmesin diye. Hep başarılymışım gibi hareket etmem gerek. Başarısızlıktan korkuyorum. Korkuyormuşum yani. Unutup gitmişim ama o orada durup tepkilerimi şekillendirmeyi sürdürmüş. Bağlantıyı kurmak aklıma gelmemiş.

Korkularım aptallık ve başarısızlıkla sınırlı değil. Derinlere indikçe görüyorum ki vaktinden önce ergenliğe erişmiş kız çocuklarına özgü, kadınlığa dair duyduğum utancı da hâlâ içimde taşıyorum. Gençliğim boyunca bedenimle yakınlaşmama engel rahatsızlık sekiz yaşımdan kalma. “Bu kızın boyu neden bu kadar uzun? Kızım daha ne kadar uzayacaksın, dur artık” (Sanki elimdeydi! Allah’ım ne olur benı kısa boylu bir insana dönüştür!) Beni on bir yaşındayken sütyen takmaya mecbur ettiler diye göğüslerimden hâlâ utanıyorum! Hâlâ tahta göğüslü kadınlara imreniyorum. Büyüdüm, ufak tefek bir kadına dönüştüm, hâlâ birilerinin gözüne “iri” görüneceğim diye içimi kemiren bir fare yaşıyor bende.

Sonra şımarıklık ve edepsizlik etmekten korkuyordum. Ya bu yaptığım şımarıklıksa? İnsanları hayal kırıklığına uğratmaktan çekiniyorum. Sadece sevdiklerimi değil, bindiğim otobüsün şoföründen kuaförüme kadar herkesin beklentilerini yerine getirmeliyim. Benden bir şey beklemeyenlerin bile! Yanlış yapmaktan ödüm kopuyor! Eskiden ve şimdi. Hocalarım, dostlarım, aşklarım ve ailem beni beğenmeyecek, sevgilerini esirgeyecekler diye endişeleniyorum. O zamanlar televizyon yıldızlarına duyduğum delice hayranlıktan utanırdım, şimdi aynı his tutkuyla bağlandığım herşeye yansıyor. Ateşli tutkularımla dalga geçecekler diye onlardan söz etmekten kaçınıyorum. Ateşli tutkularıma ayıp ediyorum. Tencerenin kapağını bir türlü açıp içimdeki ateşi serbest bırakamıyorum. Çünkü accayip bir çocuk olmak istemiyorum, ama nasıl accayip olunmaz onu da bilmiyorum....

Yıllarca saman altından su yürütmüş kalıplar tek tek bilinç yüzeyine çıkıyorlar...Çocukluğumda oluşmuş şartlanma çekirdeğinin etrafı yıllar içinde duyulan endişe, stres ve korkularla katmerlenmiş, tekrarlarla güçlenmiş. Bir süre sonra aynı kalıpların ve korkuların ilk gençlik yıllarında kurduğum arkadaşlık ve aşk ilişkilerindeki ortaya çıkış biçimlerini görmeye başladım. Ve derken hemen o anda, o günkü ilişkilerimde o kalıpların damgasını tanımaya başladım. Gün be gün korkularımın etrafında kemikleşen düşünce, duygu ve davranışlarımın beni nasıl da kısıtılı bir yaşama mahkum ettiklerini kavrar oldum. Özgürlük anlamını taşıyan mokşa kavramı kafamda netleşmeye başladı.

Eh, peki sonra ne oldu?
Sabreden derviş...yarına ermiş.
Ha öncesi mi? Biraz aşağıya kayınız, önceki bölümlere varınız.

No comments: